Ana içeriğe atla

Derdim, içinde bulunduğum boşluğu dolduracak kadar büyüdüğünde başladı çözülmeye...

Kendimi bildim bileli evimizin duvarında asılı duran, eskidiği hatta camı çatladığı halde sanki kutsalmışcasına asılı olduğu yerden hiç indirilmeyen levhadaki yazıyı hatırlamıştım Doğan hocanın kitabını okuyunca...


“Sevgide güneş gibi ol, dostluk ve kardeşlikte akarsu gibi ol, hataları örtmede gece gibi ol, tevazuda toprak gibi ol, öfkede ölü gibi ol, her ne olursan ol, ya olduğun gibi görün, ya göründüğün gibi ol.” 
Mevlana

Çok farklı çevrelere girip çıktığımdan çok sayıda hocaya, şeyhe rastlamış; onlarla aynı yerde bulunmuş ama dervişlerin deyimiyle mürşidimi bulamamış, Mevlana’nın bu sözünün yakınına yaklaşabilecek bir söz söyleyebilen bir şeyhe hiç rastlayamamıştım... Tanıdığım hocaların, şeyhlerin hepsi de Allah’ın yolundan ayrılanların sonunu, cennete yada cehenneme hangi yoldan gidileceğini, anlatıyordu kavşakta oturan trafik polisleri gibi; üstelik sorana da anlatıyorlardı sormayana da ve öyle kendinden emin bir hiddetle anlatıyorlardı ki... İçlerinden bir tanesine rastlamadım ki Yunus gibi:

"Cennet cennet dedikleri,
Birkaç köşkle birkaç huri.
İsteyene ver onları
Bana seni gerek seni" desin...

Aslında öyle çok istiyordum ki kitaplardaki gibi bir “pir-i fani” ile karşılaşmayı... Baksa gözlerimin içine ve söylese; içimde sır gibi sakladığım, ne olduğunu bilmediğim için kendime bile dillendiremediğim derdimin dermanını...

Öyle yorulmuştum ki Şems’ini arayan Mevlana gibi dönüp durmaktan... Ama yoktu işte! Müritlerinin gözünde, başları her sıkıştığında imdatlarına yetişen evliya konumundaki o şeyh efendiler; nedense, benim için artık anlamsızlaşan, aynı sözleri tekrarlayıp duruyorlardı.

Elif Şafak’ın “Pinhan”ında yazdığı gibi: “tekkeye boş giren boş çıkar. Buraya eli boş gelinmez. Memleketteki her bir tekkeye karınca kararınca bir ikramla varılır. Lakin bu tekkeyi farklı kılan da budur. Buraya kıymetli mücevherat, bir sepet dolusu yemiş yahut bir yeşil yaprakla girilmez. Bu tekkeye girmek isteyen, beraberinde hikayesini getirir. Dolu girer dolu çıkar buradan...” denilen bir sığınak bulabilseydim eğer, belki de başka türlü olurdu her şey. Ama benim bildiğim bütün tekkeler, belki hep hayır hasenat yapılan ama hep “hikayesini yaşamayanlar”ın girip çıktığı yerler olduğu için; boş girilip boş çıkılan, “hikayelerini yaşamadıkları için özünü bulamayanların” toplandığı yerler gibi geliyordu bana...

Benim “bu adamın söyledikleri bana ters geliyor, beni zorlamayın” şeklindeki bütün isyanıma rağmen, ısrarla beni hocalarının sohbetine davet etmeye devam ediyor, yüzüme karşı söylemeseler de benim o kartlaşmış kalbimin bir gün mutlaka yumuşayacağına inanıyordu tanıdığım bütün müritler... Oysa ben öyle sıkılmıştım ki birilerinin bana şunu şunu yaparsan cennete, bunu bunu yaparsan cehenneme gidersin demesinden, o kadar çok dinlemiştim ki cennete yada cehenneme giden yolların hikayesini; “Ben size cennetin yolunu sormadım ki birader” demeyi isteyipte söyleyemediğim çok oldu...

Hocaların hepsi de aynı şeyleri anlattığı halde; sadece kendi cemaatlerinin yada tarikatlerinin sırat-i müstakim (en doğru yol) üzerinde oluğunu ima eden cümlelerle bitirirlerdi “o muhteşem” sohbetlerini...
Pek sesim soluğum çıkmadığı, çok fazla kendilerinden gördükleri için olsa gerek, ancak kendilerinden olana anlattıkları “diğer cemaatlerin yanlışlarını” anlatırlardı zaman zaman... Uçuruma sürüklenmek an meselesiydi Allah korusun!

Derdim, içinde bulunduğum boşluğu dolduracak kadar büyüdüğünde başladı çözülmeye. İşte o zaman; hiç kimsenin, hiçbir zaman, her şeyin doğrusunu bilip söyleyemeyeceğini, ancak Sokrates gibi “bildiğim bir şey varsa oda hiçbir şey bilmeğimdir” diyenlerin sırat-ı müstakim’e ulaşmada yol alabileceğini; küçük doğrular içinde büyük yanlışların, küçük yanlışlar içinde büyük doğruların gizlenebileceğini (Peygamberlere her şeyin doğrusu Allah tarafından bildirildiği için Sırat-i müstakim peygamberlerin yoludur diyen ama peygamber yolu diye kendi yanlışlarını peygamberin doğrularıymış gibi anlatan sahtekarların da olabileceğini) fark ettim. Ve bir kolleksiyoncu gibi, ruhumdaki boşluğu dolduracak ne varsa; yaşadıklarıma, duygularıma, düşüncelerime tercüman olan; hayatımı değiştiren şeyleri anlatan cümleleri, kitaplardan ve başka yerlerden paragraf, yazı yada hikayeleri, filmlerden sahneleri toplamaya başladım... 

Hiç kimseden “mürşid-i kamil” olmasını beklemeyecek, hiçbir hocayı, profesörü, akıl vereni gözü kapalı dinlemeyecektim. Öteden beri olmak istediğim gibi özgür olacak; içimdeki boşluğu hikayemi yaşayarak dolduracaktım.

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar