Ana içeriğe atla

Aforoz edilme vaktim gelmişse demek ki… (2002)



En takva sahibi insanların Allah’tan en fazla korkanlar olduğu öğretilmişti, iyi kötü bir şekilde bir hocanın sohbetinde bulunmuş olan müslümanlara hep. Mustafa İslamoğlu da bu konuda Doğan Cüceloğlu’yla aynı fikirde olmalı ki “Takva sevginin zirvesidir" diyordu insanlara korku salan birçoklarının aksine:

Takvanın ne olduğunu bilmek ancak yaşamakla mümkün. Ama takvanın salt korku demeye gelmediğini rahatlıkla söyleyebilirim. Bu kavramın içerdiği anlamlar içinde vakıa biraz korku da var. Ancak bu korku ateşten, cehennemden, azabdan, kahırdan korkmak değil. Ona "havf" derler ki onda sevgi aranmaz. Takvadaki korku kulun Rabb'ıyla arasındaki sevgiyi yıpratma korkusudur. O yakacak diye değil, o sevmeyecek diye korkmaktır. Takvada, titreyişin illeti ödül yada ceza değil sevgidir.
"Sevmek vermektir, sahip olduğunuz en değerli varlığı, yüreğinizi vermek...
Sevmek bazılarının iddia ettiği gibi yok olmak (fena) değildir, aksine "Sevmek var olmaktır.", varlığından haberdar olmaktır. Sevmek kişinin kendi varlığını ispatlamasının en kestirme yoludur. Çünkü sevgi, şahsiyeti koruyarak bütünleşmektir. Birbirinde yok olmak değil, birbirinde var olmaktır.
Yok olma (fena) faraziyeleri sevgiyi tek yönlü kabul ederek sevenin sevdiğinde yok olacağını iddia eder. Halbuki sevgi çift yönlüdür. Bu gerçek Allah’la kul arasındaki sevgide bile geçerlidir: "Allah onları sever onlar da Allah’ı."
“İslam, cazibesini kendi bünyesinde taşıdığı insanlığın değişmez değerlerinden almaktadır.” diyordu “Mustafa İslamoğlu”

“Tabi biz bu değerlere sahip olmadığımızdan olsa gerek, bu değerlere bizden daha fazla sahip olan başkaları tarafından cezbediliyoruz. Bunun önüne geçmek içinse makyavelvari yöntemlere başvuruluyor...” diye düşündü.
Emre’yle Vedat gelmişti o böyle düşüncelere dalmışken. Düşüncelerini onlarla da paylaştı: “Neden insanları olduğu gibi kabul etmemiz gerektiğinin farkına varıp, onları değiştirmeye çalışmak yerine kendimizi değiştirmeyi denemiyoruz?”
Sanırım bizim asıl sorunumuz insanları kendi sahip olmadığımız değerlere çağırmaktan ibaret. Üstelik birde kendi sahip olmadıkları değerlere çağrılarını kabul etmedikleri için insanlara kızanlar yok mu...
İnsanları peygamberimizin öğrettiği gibi sevemedik biz, çoğu zaman nefret ettik, öldüklerinde arkalarından oh olsun dedi kimilerimiz. Sevgimizle onları özgür kılmak yerine tutsak ettik tutkularımızla. Üstelik bunu din adına yaptık... Çünkü bizim sevgimiz gerçek sevgi değil bir tutkuydu. Çarpık sevgimiz adına başkalarının hayatına yön vermek istedik ve başaramayınca da nefret ettik onlardan.
“Hayırdır coştun yine bakıyorum dedi” Emre.
Önemli bir keşifte bulunmuş kaşifin heyecanıyla sürdürdü konuşmasını: “Allah Kur’an da, İslam’ı düşünen insanlar için indirdiğini vurguluyor ısrarla. Oysa son zamanlarda bu dini hep düşünmeyenler sahiplendi ne yazık ki ve bununda sebebi tarikatler bana göre.” 
-       Tarikatlarla ne alakası var?
-            Çünkü tarikatler her söylenene baş sallayan mürit yetiştiriyor... Çünkü tarikatler düşünen insanı kendi otoritelerine bağlı tutmakta zorlanacaklarının farkındalar. Çünkü şeyh efendiler otoritelerinin sarsılmasının önüne geçebilmek için düşüncenin önüne geçmeyi tercih ettiler.
-            Çok ağır bir ithamda bulunduğunun farkında mısın?
-            Öyle mi diyosun? Oysa ben daha ortaçağ Avrupa’sında kilisenin fonksiyonu neyse bugünün İslam dünyasında tarikatların fonksiyonunun o olduğunu henüz söylemedim..
-            !???
-            Sen birazdan dinde reform yapmaktan da söz edeceksin korkarım. Yani sen İslam’ın düzeltilmesi gereken tarafları olduğunu mu iddia ediyorsun?
-            Hayır insanların Allah’ın insanlığa gönderdiği İslam’ı hurafelerle kendi geleneklerine göre şekillendirdiğini ve kendi şekillendirdikleri dini insanlara İslam olarak dikte etmeye kalktıklarını iddia ediyorum.
-            Tam olarak neyi kastettiğini biraz daha somut olarak anlatır mısın?
-            Şöyle anlatayım. Peygamberimizden sonra zamanla insanlar dini kendi hayatlarına uydurmaya başlamışlar ve bu da gelenekselleşerek nesilden nesile bir çok hurafe ve yanlışın din adına uygulanır olmasına yol açmış.
-            Sen şu ağaçlara çaput bağlayanları, türbelere adak adayanları kastediyorsun.
-            Benim kastettiğim bundan çok daha ötesi. İtikadi konularda bile hurafelerin islam dünyasına girmiş olduğunu ve müslüman geçinen insanların bu hurafelere dayanarak kendileri gibi düşünmeyenleri zındık, yoldan çıkmış ve hatta kafir ilan etmelerini...
-            Bilmiyorum ama sen boyundan büyük işlere kalkışıyorsun gibi geliyor bana.
-            Bu benim tek başıma vardığım bir sonuç değil. Okuduğum bir çok kitap, şahit olduğum bir sürü olay bu sonuca varmamı sağladı. Yine de ben kendi fikrimin değişmez gerçek olduğunu iddia etmiyorum ama benim böyle düşünmek için pek çok sebebim var ve birileri bana, benim yanlış düşündüğümü ispat edip geçerli sebepler ortaya koymadıkça ben böyle düşünmeye devam edeceğim.   
-            Hala somut bir örnek vermedin.
       “Aslında ben tarikatların ortaya koydukları bakış açısıyla bir bütün olarak düşüncenin önünde engel teşkil etmeye başladıklarını düşünüyorum ama birkaç somut örnek vereyim.”
            Bir zamanlar İstanbul’un önde gelen şeyh efendilerinden birisinin sohbetini dinlemiştim. Aynen şöyle söylüyordu: “Çocuklarınızı üniversiteye yollamayın, onları kafir etmeyin. Felsefe ile bilmem neyle beyinlerini bulandırmayın. Onları Fatih Sultan Mehmet’ler gibi yetiştirin.”
-            !?
-            Fatih Sultan Mehmet’in felsefeye olan merakını tarih kitaplarından biliyorsunuzdur?
-            Ama senin bu şeyh bilmiyor anlaşılan.
            Daha önce benzer bir durumla karşılaşmadığı için Vedat’a daha bir garip gelmişti bu durum: “Yani biz üniversite okuyunca kafir mi oluyoruz şimdi?!”
-            Kuran da şöyle bir ayet var: “And olsun ki, Nuh’u ve İbrahim’i de (peygamber olarak) gönderdik... Sonra onların izleri üzerinde ardarda peygamberlerimizi gönderdik, ardından da Meryemoğlu İsa’yı gönderdik, ona İncil’i verdik ve ona tabi olanların kalbinde bir şefkat ve merhamet kıldık... Bir de (kendilerinin) ortaya çıkardıkları ruhbaniyet ki, onu üzerlerine (biz) farz kılmamıştık, sadece Allah’ın rızasını kazanmak için (kendileri yaptılar); fakat ona da gereği gibi riayet etmediler. Artık onlardan iman edenlere mükâfatlarını verdik. Fakat onlardan çoğu (yoldan çıkmış) fasık kimselerdir.”
-            Bunu niye okudun şimdi bize?
-            Az sabredin anlatıyorum... Mealin yazarı “burada zikredilen “ruhbaniyet”ten murad, ibadet için dünya lezzetlerini terk edip insanlardan uzaklaşmak, nefsin isteklerinden elini çekmekte aşırılık göstermektir” diye not düşmüş. Bir başka mealde ise bu ayeti açıklarken takvanın ruhbanlıkla ilişkisinin olmadığını anlamak için bu ayete dikkatle bakmalıdır diyor: “Allah kendisinin rızasını kazanmak maksadıyla dünyadan el etek çekip insanların fitnesinden kaçarak sırf ibadete koyulmak olan ruhbanlığı ise emretmemiştir. Bu nedenle ruhbanlık ve ruhbanlığa benzemeye çalışmak takva değildir” diyor.
-            Eee tamam işte normal olanda bu değil mi? Ruhbanlık hristiyanlarda var zaten.
-            Ama bizim peşinde yüzbinleri sürükleyen büyük cemaatlerimizden önde gelenlerinden birisi bu ayete dayanarak Allah’ın ruhban sınıfına ruhsat verdiğini söylüyor “Tasavvuf ehlinin Kur’an ve sünnetten istinad ettikleri deliller” başlığı altında.
-            Hadi ya!
-            “Hani sen tarikatlere karşıydın. Kitaplarını okuyorsun ama bakıyorum” dedi Vedat.
-            Bir gün tarikatler konusunda tartıştığım bir mürit tutuşturmuştu bu kitabı elime. “Sen hep yanlış kitapları okuyorsun. Ondan bu hale geldin. Bi kere de doğru bir kitap oku da aklın başına gelsin” demişti.
       Gülerek “peki aklın başına geldi mi!?” dedi Vedat.
-            Hem de nasıl?.. Ayetin altına aynen şunu yazmış hoca efendi: “Büyüklerden bazısının beyanına göre (kimse artık bu büyükler) Allah-u Teala’ya yakınlık için evliyaullahın ortaya koydukları tarikat kaidelerinin tamamı, Peygamberlerin Allah’ın emriyle getirdikleri şeriata dahildir. Çünkü Mevla Teala bu ayet-i celilesinde, İsa (Aleyhisselam)ın ümmetinin icad ettikleri ruhbanlık yolunu tenkid etmeyip kabul etmiştir…” diyor.
-            Vay canına!?
-            Okuduğunu anlama kapasitesi olan herhangi bir kimsenin ayetten çıkaracağı sonuç bu mu Allah aşkına? Ama o cemaate bağlı olan olmayan bütün Türkiye’nin ismini bildiği, çünkü çeşitli nedenlerle basında gündem yaratmış birisi bu sonucu çıkarıyor.
            “Ben olaya Fransız kaldım ne demek istediğinizi biraz açsanıza” dedi Vedat.
-            Hani hristiyanlıkta ruhban sınıfı parayla cennette yer satıyor ya. Onun benzeri bişeyi tarikatler islama sokmuş. Üstelik açık açık da yazmış adam kitaba “Allah ruhbanlığı tenkit etmeyip kabul etmiş” diye. Tarikate girmeden bir şeyhe bağlanmadan cennetin yolunun bulunamayacağını iddia ediyorlar. Tabi tarikate giren herkesi hayır hasenat yapmaya çağırıp içinde ırmaklar akan cennetler, tertemiz eşler (huriler) vaadiyle soyup soğana çevirdiklerini söylememe gerek yok. Ama sana beni asıl şok eden bir cümleyi söyliyeyim mi?
-            !?
-            Şeyh efendilerden bir tanesi buyurmuş ki: “Şu hususa çok dikkat etmelidir. Babadan kalmış veya bir kolayını bulup gelir temin etmek gâyesiyle bir dergâh ele geçirmiş kimseler vardır. Bunlar tasavvuf yolunda, bâzı kitap ve risâleleri okuyarak âriflik iddiâ ederler. “Şeyhiz” diyerek, insanlara doğru yolu göstermek isterler. Fakat kendileri doğru yolun hangisi olduğunu bilmezler. Böyle kimseler kör bir insan gibidir. Bunların talebeleri de kör olur. Bunların, eninde sonunda tehlikeli bir uçuruma düşmelerinden korkulur.
-            Aslında senin söylemek istediğini anlatmıyor mu bu cümle?
-            Aslında öyle ama peşinden ne dese iyi: “Mürit şeyhinin terbiyesinde ölü yıkayanın elindeki ölü gibi olmalıdır ki, şeyh, müridine istediği gibi hareket edebilsin. Mürit tam bağlı olmazsa şeyh onu nasıl yetiştirebilir?..” 
-            Böyle bir cümle var mı ya?
-            Harbi kötü cümle kurmuş. Gerçekten böyle mi söylüyor tarikatler?..
-            İradeni şeyhe teslim edersen...
-            İnternete girin hemen hemen bütün cemaatlerin forumlarının bir yerinde geçiyor böyle bir cümle. Hepsi de yanlış yola gidersen şirke düşersin, cennetin anahtarı bende diyor. Şimdi cemaatler düşüncenin önündeki engel demekle ne demek istediğimi anladınız mı? Nasıl ortaçağda, hristiyanlıkta ki ruhban sınıfı düşüncenin önünde engel teşkil ettiyse günümüzün İslam dünyasında da tarikatler aynı şeyi yapıyor. Biraz daha müslümanlar kendilerini öteki dünyaya adadıklarını ve mutluluğu orada yakalayacaklarını düşünedursun, bence şeyhlerin cahillikle suçladığı insanlar şeyh efendilerden çok daha fazla uyguluyorlar hayatlarına peygamber ahlakını.
-            Yani onlara göre öteki dünyada cenneti elde etmenin yolu bu dünyada sıkıntı çekmekten geçiyor.
-            “Biraz daha müslüman” ne demek?
-            Gazeteci-yazar Ali Bayramoğlu kullanmıştı bu cümleyi... “Biraz daha müslümanlar” herkesin kendileri gibi olmasını istiyor. Bir tarikata bağlı olan olmayanı, namaz kılan kılmayanı, oruç tutan tutmayanı, kendini bir ideolojiye bağlı kabul eden bu hizbin dışındakileri zındıklığa kafirliğe varan ithamlarla...
-            Zaten bu yüzden “bu adamlar bir gün gücü ellerine geçirirse bize neler yaparlar?” korkusuyla yaşamıyor mu insanlar?
-            Korkularında haksız da sayılmazlar hani. Çünkü kendilerini islamın temsilcisi sayanların içinde insanları “doğru yola” getirmek için onları aldatmayı, gerektiğinde zor kullanmayı mubah sayanlar bile var.
-            Makyavelcilik.
-            Köprüyü bir geçsinler soracaklar o münafıklara, kafirlere yaptıklarının yada yapmadıklarının hesabını... Oysa insanlara, İslam’a uymadıkları için değil kendilerine uymadıkları için bela okuyorlar... Ahmet Altan’ın kitabında bir şeyh “Ahlaksız olan kendi ahlakına uymayandır” diyor. Oysa bizim şeyhler dese dese “ahlaksız olan benim ahlakıma uymayandır” der. Tabi kendi ahlaklarını Allah’ın kitabından aldıkları iddiasında onlar...
-            Öyle bir şeyhe ancak Ahmet Altan’ın kitabında rastlayabilirsin.
-            Tarih bilmez, siyaset bilmez, felsefe bilmez, ekonomi bilmez. Yani bu adamlar dünyayı tanımıyor. Satabilecekleri tek bir şey var o da maneviyat. Her sohbetlerinde maneviyat sahiplerine destek olun, yardım edin diye vaazda bulunurlar.
-            Bunları sakın bir müridin yanında filan anlatmaya kalkma seni oracıkta boğar...
-            Zaten değer verdiklerimiz hakkında eleştiri yapılmasına hiç tahammülü olmayan bir milletiz. Takım kavgası yapan biz, parti kavgası yapan biz...
-            Hah işte müritlerin kavgası da kimin şeyhinin daha çok uçtuğu... En üstün olan kendi şeyhleri ya şeyh efendi öyle ismi herkes tarafından ağza alınamayacak kadar kutsal bir varlıktır. Eleştirmek kimin haddine. İslam dünyasının bu kadar geri kalmış olmasının asıl sebebi de bu bana göre...
-            Yani Atatürk tarikatleri yasaklamakla doğru yaptı diyorsun.
-            Şimdi anlatacaklarımı dinle az bile yapmış diyeceksin.
-            Dahası da mı var?
-            Hemen hemen bütün cemaatlerde rivayet edilen bir hadis var: “Şüphesiz ki Allah-u Teala her yüz senenin başında bu ümmet için, dini yenileyecek bir kimse gönderir.” Cemaatlerden birisinin meşhur hocalarından birisi şöyle diyor kitabında: “Başında bulunduğumuz Hicri 15. Asırda da bu tecdid vazifesini hakkıyla ifaya çalışan Üstadımız “X” Hazretlerine Mevla Teala’dan hayırlı uzun ömürler, sıhhat-ü afiyetler dilerim.”
-            Haliyle biz buradan bu yüzyılın müceddidinin bu “X” hazretleri olduğunu anlıyoruz.
-            Ama başka cemaatten birisi şöyle diyor: “Y” efendi müceddidlik yani dini yenileme görevini tam olarak yerine getirmiştir. “Y” efendi İslam aleminin üzerindeki zulüm ortamının kendisinden "bir asır sonra" ancak Hz. Mehdi vesilesi ile dağıtılacağını söylemiştir. Kendisinden bir sonraki yüzyılda yani Hicri 1400'lü yıllarda Hz. Mehdi'nin yapacağı çalışmalarla, müslümanların büyük sıkıntılardan kurtulup feraha kavuşacaklarını açıklamıştır.
-            Ooo baksana tarihte veriyor.
-            Kendisinden sonra gelecek olan müceddidin Mehdi olacağını bile açıklamış... Her cemaatin kendine göre "müceddid" olarak sıfatlandırdığı alimler var yüzyılımızda yaşayan.
-            Ama her cemaatın ki farklı...
-            Bu durumda birileri yalan söylüyor. Ya “her yüz senenin başında bir müceddid geleceği” hadisi hatalı çünkü aynı yüzyıl içinde birden fazla müceddid ortaya çıkmış.
-            Yada ortaya çıkan müceddidlerden biri ikisi yada hepsi birden yalan.
-            İnternette bir dolaşın ne acayip tartışmalar döndüğünü görün. Birisi Pakistan müslümanlarının hazırladığı bir müceddid listesini eklemiş foruma ve bakın  ne demiş: “Görüldüğü gibi bu listede Gavs-ı Azam Abdulkadir Geylani; Ahmed Yesevi; Necmeddin Kübra; Şah-ı Nakşben...  gibi birçok sağlam kaynakta "kutbul aktab" oldukları kayda geçirilmiş zevat dahi yoktur. Allahu alem başka kaynaklardan aktarılmış listelerde bambaşka isimlerin müceddid; kutub olarak kayda girdiğini görmek şaşırtıcı olmayacaktır. Hal böyle iken Türkiye'de bazı cemaaat reislerinin kutbul aktab; mürşidüssakaleyn gibi cafcaflı ibareler ile reklam edilmeleri aslında hiçbir anlam taşımamaktadır.” Başka biri de eklemiş: “X” hazretlerinin müceddid olduğunu iddia edenler önce Pakistan’daki müceddidleri ikna etsinler ben ikna olurum. Bir başkası araya girmiş: “Müceddidlerin kimler olduğu Levh-i Mahfuz bilgisidir; yetkilisi olan bakar ve görür kimlermiş kıyamete kadar gelecek olan müceddidler... Tasavvufa tepeden bakar havalara giren ‘Y’cileri bilmem ama "hocaefendi"lerinin, "ağabey"lerinin bile bu yetkiden zırnık kadar nasipsiz oldukları ortada.” Ve sonra eklemiş: “Bu bilginin kaynağı ‘Z’ hazretleridir; bana cevap yazayım derken azizimize çatmayasınız fena olur.”
-            Oy oy oyy! Adam rakip cemaatin hocaefendilerine zırnık mırnık vermiş veriştirmiş, ondan sonra hocama laf etmeyin bak fena olur diyor...
-            Müritler şeyhlerinin kerametlerini anlata anlata bitiremiyor. Dinleyenler de kulaktan kulağa bu insanları gözlerinde öyle büyütüyorlarki neredeyse tapar hale geliyorlar.
-            Çoğu zaman şeyhi uçuran müritler değil mi aslında?
-            Öyle olsa bile bizim şeyh efendiler hiçbir zaman bende sizin gibi bir insanım açıklamasını yapma ihtiyacı duymuyor. Tam tersine gizemli cümleler kurarak bu anlayışa prim veriyorlar. Belki de kendileri de inanıyorlar üstün insan olduklarına.
-            Bir de tevazudan bahsetmezler mi?
-            Evet birileri peygamberimizin giyindiği gibi giyiniyor, yaşadığı gibi yaşadığını iddia ediyor ama korkarım pek öyle mütevazi ve hoşgörülü değiller.
-            Ve de insanlarda hayranlıktan çok korku ve öfke uyandırıyorlar...
-            Peygamberimizden bile korkutuyorlar bizi.

         İnternetten bir yazı okudu:
         "Eğer bir gün Peygamber ziyaretinize gelse, yalnızca birkaç günlüğüne, aniden çalsa kapınızı, merak ediyorum neler yapacağınızı."
-            Şiirin yazarı, bunu merak ettiğini söylüyordu ama Peygamber bize gelse neler yapacağımızdan emin gibi bir hali vardı oysa. Onun yaptığı, bir merakı dizelere taşımak değil; bir 'merak' imgesi etrafında 'olan'la 'olmamız gereken' arasında yüzleşme yaşamamızı sağlamaktı... Bu yüzleştirmeyi yaparken, gönül huzuruyla Peygamberin karşısına çıkacak yüzümüzün olmadığını anlatmak istiyordu...
Kimilerine göre, evlerimiz puthaneden farklı değildi. Kâbe'deki putları deviren Peygamber, evimize gelse, Kâbe'de yaptığını evlerimizde de yapmaya girişirdi muhakkak.
     Kimilerinin azarı ise, evimizden ziyade, doğrudan şahıslarımızla, daha doğrusu görüntümüzle ilgili idi. Sakal, sarık, cübbe yoksa üzerimizde, vaziyetimiz sakat demekti. Bu çıkarımdan son derece emin öyleleri vardı ki, imanı sakalla eşleyen kitaplara dahi rastlamıştım.”

-            "Hristiyanlar gibi giyinmeyin, kafirlere benzemeyin" diyen sarıklı cüppeli hocaların din adına bize ortaçağ papazlarının düşünce sistemini satmaya çalışmaları ne büyük tezat. Ortaçağ papazları da kendilerine itaat etmeyeni, şirke düşüp dinden çıkmakla itham eden hocalar gibi aforoz ediyordu… 
-            Tasavvufa düşman oldun sen galiba.
-            İnsanları olgunlaştıran bir tasavvuf anlayışının karşısında olmam mümkün değil ama bugünkü cemaat anlayışı insanları ne kadar olgunlaştırıyor?.. Tasavvuf değil de taassup sahibi yapıyorlar bana göre. Peygamberimiz bir gün çıkıp gelse biz utanır mıydık bilmiyorum ama doğrusu onun bizleri utandırmak için yaptıklarımızı yüzümüze vurup bizi aşağılayacağını düşünemiyorum. Korkarım biz peygamberimizi yeterince tanımıyoruz. O, yaptıkları ve yaşamıyla sevilmeye layık en değerli insan olduğu için değil, sevmek mecburiyetinde olduğumuz için seviyoruz... Peygamberimiz dost düşman herkeste bir hayranlık uyandırıyordu yaşadığı dönemde. İnsanlar onu gönüllerde taht kuran kişiliği nedeniyle seviyorlardı. Kimseyi hor görmeyip herkese sevgisini, iyiyi, doğruyu en güzel şekilde sunabildiği için herkes ona hayran ve en çok sevilen insandı. Mekke'nin fethedildiği gün yanına yaklaşan bir adamın heyecan ve korkudan titrediğini gören Resulullah: "Titremene lüzum yok. Ben kral değilim. Kureyşli kuru et yiyen bir kadının oğluyum ben." dememiş miydi?
Peki ama nasıl oluyor da bu dini korku üzerine inşa etme cüretini gösterebiliyor bu adamlar... Tarih, siyaset, felsefe, ekonomi bilmemelerini anlayabilirim ama bu adamlar dini de bilmiyorlar. Bildikleri söyledikleri bir tek şey varsa “bir insan ne kadar çok ibadet eder ne kadar çok zikir yaparsa o kadar Allah’a yakınlaşacak...” Oysa ne güzel söylüyor Doğan Cüceloğlu...
“Yapılan her türlü faaliyet insanda bir iyilik hissi uyandırıyorsa, ideolojilerin üzerinde yüce bir amaca hizmet ediyorsa bunun kaynağında ibadet ve Allah sevgisi vardır...”
Müslümanlar yüzyıllardan beri onları içine düştükleri durumdan kurtaracak, olağanüstü güçlere sahip, keramet sahibi insanların yollarını gözlediler. Şeyhler de bu olağanüstülük vasıflarını hep kendilerine vehmettiler. Oysa keramet hiçbir insana özel bahşedilmemişti. Keramet kendi içimizdeydi aslında ama biz hep başka yerde aradık.

11 Eylül faciasında ölen insanların arkasından oh olsun diyebilen ve buna rağmen İslam’ı sahiplenen insanlar yüzünden İslam ve terör yan yana anılmaya başlamıştı artık. Müslüman olduğunu iddia eden ama cahillikleri yüzünden kendilerini tüketen kimileri, son çare olarak terörle duyurmaya çalışıyordu seslerini...

O, İslam’ın dünyaya ne büyük bir medeniyet kazandırdığını ballandıra ballandıra anlatanlar değil miydi İslam dünyasının bugün içinde bulunduğu durumun müsebbipleri.

Gazetede gözüne takılan bir haberi hatırladı:
“Guantamano üssünde çekilen fotoğraflar başta İngiltere olmak üzere Avrupa da infial yarattı” diyordu gazete.
İngiltere’de yayınlanan “The Mail”, manşetinde "işkence" başlığını kullandıktan sonra sormuştu: "Bush ve Blair medeniyetimizi böyle mi savunuyor?"
Guardian ise: Yazar Hugo Young, AB vatandaşı olan El Kaide militanlarının gizlice yargılanarak idam edilmesinin her Avrupalıyı inciteceğini ve intikam saldırıları düzenlenmesi durumunda Avrupa halkının artık ABD tarafında olmayacağını yazıyordu.

Peki ya biz? Toz kondurmadığımız medeniyetimizi Taliban’ın bakış açısına göre mi savunacağız? Bizim medeniyetimiz kırmak, dökmek, yakmak, yıkmak, öldürmek üstüne kurulu bir medeniyet mi yoksa?..

Bir dergide gördüğü 11 Eylül olayıyla ilgili manşeti hatırladı: “Amerika ektiğini biçiyor.” Üstelik kapak resmi olarak ikiz kulelerin muhteşem bir manzara arz eden resmini koymuşlar. Gece karanlığında ışıl ışıl muhteşem bir görüntü... Kendisini o binada yakını ölmüş olan birisinin yerine koyuyordu... Resimdeki o muhteşem manzara şimdi yerle bir olmuş. Üstelik orada çok sevdiği bir insan ölmüş. Resmin üstündeki manşette yıkımın sebebini koyuyordu ortaya "Amerika ektiğini biçiyor..?”

O yıkılan binalarda çalışan insanlar bu haberi okusalar ne düşüneceklerdi? Amerika bizi ekti bizi biçti, kahrolsun ABD mi diyeceklerdi?

Böylesine korkulan ve nefret uyandıran bir müslüman çizgisi yaratılmıştı zihinlerde, kendilerinin daha fazla müslüman olduğunu zannedenlerce. Ve şimdi ABD’nin Irak’ı işgal hazırlığında olduğundan bahsediyordu gazeteler. Onlar da ölen vatandaşlarının intikamını almak, belki de, aslında, ayaklarına kadar gelen orta doğuyu şekillendirme fırsatını kaçırmamak  için, kim bilir kaç tane masum insanın canını almakta tereddüt etmeyeceklerdi.

Birinci ve ikinci dünya savaşı felaketlerini yaşamış bir insanlığın hala kitlesel ölümlere yol açabilecek böylesi savaşlara müsamaha göstermesini anlayamıyordu… Belki de savaşın kararını verenlerle acısını çekenler farklı olduğu için bu kadar kolay çalınıyordu savaş tamtamları…

Duyduklarını, okuduklarını ve yaşadıklarını birleştirince öteden beri din alimi olarak geçinenlerin bazı  söylemleri onda soru işaretleri bırakmaya başlamıştı zaten. Ve şimdi öteden beri kafasını kurcalayan bazı konular açıklığa kavuşuyordu.

Geleneksel olarak hocaların söylediklerine karşı çıkmak mümkün değildi. Çünkü onlar her şeyin iyisini bilir, doğrusunu söylerlerdi!? Ama büyük alimler diye bilinen kimselerin aslında insanları ne büyük yanlışlara sürükleyip insanlar için hayatı ne kadar yaşanmaz kıldıklarını fark edince...

Bir cemaatin ileri gelenleri “Velilerin müritlerine yardım edebilecekleri tezini” rahatlıkla ileri sürebiliyordu.

Hatta sağlığında bir veliyi  kendilerine önder kabul edenlerin sırtı, o veli öldükten sonra bir daha yere gelmezmiş. Çünkü o veli ölünce “kınından çıkmış kılıç gibi olurmuş.” Bizi duymakla kalmaz daha çok yardım etme imkanı bulurmuş. Halbuki kutsal kitabımız Kuran “Dirilerle ölüler bir olmaz. Şüphesiz Allah dilediğine işittirir. Ama sen kabirdekilere bir şey işittiremezsin.” demiyor muydu?

Mustafa İslamoğlu’nun dediği gibi: “Herkes kendisine göre bir din yaratmış onun pazarlamasını yapıyor.”

Yüzyıllardır insanlar arasında önyargıya sebep olan tabular yıkılacaktı elbet bir gün. Ama bu durumdan endişeye düşen cemaatler bu konuların çok derin konular olduğunu söyleyip kurcalanmaması gerektiğini salık veriyorlardı.

       “İman ile ilgili konuları akılla izah etmek ya da yorumlamak son derece tehlikelidir. Yani  teslimiyet esastır İslam’ın bize öğrettiğine kesin teslimiyet gösteririz... İslam’ın doğrusu bir tanedir ve o da Allah kelamıdır. Onun dışındaki her şey beşer sözüdür ve doğruluğu şüphelidir.” diyen şeyh efendiler bu cümlenin peşine, "yanlış yola gidersen şirke düşersin, cennetin anahtarı bende"yi ima eden cümleler kurarak uçuruma yuvarlanmamak için kendilerine itaati salık veriyorlardı.

-                     Eğer dini akıl ile yorumlamayacaksak ne ile yorumlayacağız... İman bilmek ve tanımakla olur... Zaten bizim en büyük eksiğimiz aklımızı kullanmamak. Zaten kimi şeyh ya da hoca efendiler her şeyi bizim yerimize düşünüp, her şeyin iyisini bilip, bütün doğruları ortaya koydukları için, bize aklımızı kullanmamamızı salık veriyorlar. Aklımızı kullanırsak sapıtırmışız... Düşünmeden, sebebini bilmeden bize teslim olun dedikleri için yaptığımız teslimiyet, Müslüman dünyasının bugünkü geri kalmışlığının asıl sebebiydi... Çünkü düşünmediğimiz için birileri bizi kolaylıkla istedikleri şekilde yönlendirip kendi çıkarları uğruna kullanabiliyor… Gücü ellerinde tutmak isteyenler hep düşünmeyen ve koşulsuz itaat eden bir toplum hedeflemişler...
 “Ya bunlar daha önce böyle şeyler söylemiyorlardı. Ya da ben hiçbir zaman gerçek manada onları dinlememiştim” diye düşündü.
 Doğan Cüceloğlu’nun bahsettiği anlam arayışı içinde bulunan insanları içinde en az barındıran topluluk bizdik belki de. Çünkü bize, öteden beri bizim için gerekli olan her şeyin önceden keşfedildiği ve bizim bu keşfedilenin ötesinde bir şey aramadan keşfedilene itaat etmemiz gerektiği empoze edildi. Yıllardır kimse kurcalamadığı için din adına yüksek yerlere oturup insanlara tepeden bakmaya alışmış olanların kolay kolay bu ayrıcalıklarından vazgeçmeyecekleri de muhakkaktı.
“Ne olursan ol gel...” deyince hep kendilerine gelmelerini beklemişlerdi insanlardan...

Şeyh efendiler etraflarındaki insanları bilinçlendirmek yerine, çevrelerinde hiyerarşik bir ortam oluşturmaya çalışıyorlardı. Çünkü bu hiyerarşik ortam içerisinde gücü ve saygınlığı ellerinde tutabilirlerdi. İşin içerisine birazda gizem kattı mı ulaşılmaz bir insan olup çıkıyorlardı... Başka türlü, bilinçlenen bir toplum saltanatlarının sonu olabilirdi. Onun için yukarıdakiler hep siz bilmezsiniz, siz anlamazsınız bakış açısıyla yön veriyordu alttakilere. Alttakiler de kendilerine verilen bakış açısından kaynaklanıyor olsa gerek yukarıdakiler ne derse uygulamaya kalkıyordu hiç sorgulamadan ve yukarıdakilerin de aslında bir insan olduğunu hiç aklına getirmeden...
Tıpkı İstanbul Üniversitesine gittiklerinde onu hocalarıyla görüştürmek istemeyen bekçiye Serdar’ın yaptığı şeydi başlarına gelen. 

(İstanbul Hukuk’ta okuyan, liseden arkadaşı Serdar’la bir buluşmalarında fakülteye uğramışlardı. Bir hocasıyla görüşmek istiyordu Serdar. Hocanın odasının bulunduğu binanın kapısında onları karşılayan palabıyıklı bir amca, hani şu “yassak hemşerim geçemessin” diyen türden, bu fakülte benden sorulur edasıyla “ne istiyorsunuz” diye sormuştu. Serdar ne olduğunu anlamadığı saçma sapan bir sebep söylemişti... Meğerse bu bir taktikmiş. Serdar “hocayla görüşeceğim” dese bırakmayacaktı bekçi amca ama Serdar’ın söylediklerinden hiçbir şey anlamadığı ve onun anlayamayacağı kadar önemli ve geçerli bir sebep olduğunu zannettiği için geçmelerine izin vermişti...)

 Onların anlayamadığı saçma sapan bir sürü şey anlatan şeyh efendilere, her halde bizim anlayamayacağımız kadar önemli ve büyük şeyler anlatıyorlar diyerek yol vermişlerdi...
Şimdi düşünüyordu da yapılan dini çalışmaların sonunda çoğunlukla hocaların mürit sayısı artıyordu ama bunun dine ne faydası oluyordu...
Babasına düşüncelerini aktardığında “Onlar ömürlerini dine adamışlar sen onlarla kendini nasıl bir tutuyorsun?” demişti babası...
Babasına donanma komutanlığından verilen plaket takılmıştı o an birden gözüne. 74 Kıbrıs harekatı sonrası Türkiye’ye uygulanan ambargo nedeniyle temin edilemeyen bazı parçaların imalatı için ordudan uzmanlar babasının çalıştığı fabrikaya gelmiş ve fabrikanın mühendisi kendilerinden istenen şeylerin ellerindeki teknolojiyle yapılamayacağını söylemesine rağmen babası yapabileceklerini söylemiş ve yapmışlardı.
Babasına bunu hatırlatıp sormuştu:
-            Neden yapılamayacağını söylemişti mühendis?
-            Çünkü mühendisler her şeyi kağıt üstünde öğrendikleri için bilgilerini pratiğe dökmekte zorlanıyorlar.
-            “İşte sizin bu alimler de bu işin kitabını okumuşlar ama ellerindeki bilgiyi hayata geçirme kabiliyetleri yok. Çünkü hayatla iç içe değiller ve kendileri hayatın dışında bir yaşam sürdükleri gibi bizi de hayattan koparmaya çalışıyorlar...
       O mühendis gibi bu alimlerin söylediği tek şey; yapamazsınız, beceremezsiniz, düşünceniz yetmez, aklınız ermez...”
      
       Babasını ikna etmesinin bir yolu yoktu. Çünkü babası, hocasının yanlış yaptığını kabul ederse yıllardır yanlış adamın peşinden koşmuş olduğu gerçeğiyle yüz yüze gelecekti. Ve bu; ömrünü bu uğurda tüketmiş birisi için kabul edilmesi zor olan bir gerçekti.

       (Bu arada buraya kayıt düşmek isterim ki, çocukluklarından bu yana, şimdilerde "fetö" adıyla anılan cemaat içinde yetişmiş, cennetin yolunun hocaefendilerinin yolu olduğuna inanan şakirtlerin “her şey yalanmış, cennete gidiyoruz derken cehenneme yuvarlanıyormuşuz meğerse” demelerinin kolay olmadığı aşikar... Yalan, hile, şantaj, kopya vb. her türlü ahlaksızlığı, insanların hakkına girmeyi dini bir görev addedebilen bir yapıyı cennete giden tek yol diye pazarlamak büyük başarı…)

Şeyh efendiler içinde aynı şey geçerli. Eğer yanlış yaptıklarını kabul ederlerse onca yıldır peşlerinden koşan, öl dese ölüme gözü kapalı gidecek, ağzından çıkan her sözü hayranlıkla dinleyen on binlerce mürit bir anda onları terk edebilir, biranda yapayalnız kalabilirlerdi...
Şeyh efendiler saygınlıklarını koruyabilmek için çevresindeki insanları kendisinin yanlış yapmayacağına inandırmak zorundaydı.
Söyledikleri, yaptıkları şeylerin sorgulanmasının getireceği sonuçların farkında olan şeyh efendilere göre en iyi mürit, her söylenene baş sallayan mürit oluyordu.
Ama bu inat sadece kaçınılmaz sonun biraz daha gecikmesine olanak sağlar diye düşündü. Nasıl ortaçağ kilisesi, insanların bilinçlenmesi ve düşünmeye başlamasıyla sarsılmaz otoritesini yitirdiyse, müslümanların düşünmeye başlaması da düşüncenin önünde engel teşkil eden tarikat anlayışının sonunu getirecekti... Nasıl ki kilisenin öğretileri konusunda kuşkular doğduktan sonra halk, kendileri sıkıntı içinde yaşarken, kendilerinden toplanan paraların nereye gittiğini sorgulamaya başlamıştı. Günümüz müslümanları da düşünmeye başladığında kendilerinden din adına toplanan paraların nereye gittiğini sorgulamaya başlayabilirdi.
Şeyh efendinin öğretileri babası için hayatın bütün anlamını oluşturuyordu ve onca yıldır yaptığı şeyin yanlış olduğunu kabul etmek onun için hayatı bir anda anlamsız kılabilirdi. Bu nedenle babasını ikna etmeye çalışmak yerine bu işi zamana bırakmaya karar verdi...

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar