En
takva sahibi insanların Allah’tan en fazla korkanlar olduğu öğretilmişti, iyi
kötü bir şekilde bir hocanın sohbetinde bulunmuş olan müslümanlara hep. Mustafa
İslamoğlu da bu konuda Doğan Cüceloğlu’yla aynı fikirde olmalı ki “Takva
sevginin zirvesidir" diyordu insanlara korku salan birçoklarının aksine:
Takvanın
ne olduğunu bilmek ancak yaşamakla mümkün. Ama takvanın salt korku demeye
gelmediğini rahatlıkla söyleyebilirim. Bu kavramın içerdiği anlamlar içinde
vakıa biraz korku da var. Ancak bu korku ateşten, cehennemden, azabdan,
kahırdan korkmak değil. Ona "havf" derler ki onda sevgi aranmaz. Takvadaki korku kulun Rabb'ıyla arasındaki
sevgiyi yıpratma korkusudur. O yakacak diye değil, o sevmeyecek diye
korkmaktır. Takvada, titreyişin illeti ödül yada ceza değil sevgidir.
"Sevmek vermektir, sahip olduğunuz en
değerli varlığı, yüreğinizi vermek...
Sevmek bazılarının iddia ettiği gibi yok
olmak (fena) değildir, aksine "Sevmek var olmaktır.", varlığından
haberdar olmaktır. Sevmek kişinin kendi varlığını ispatlamasının en kestirme
yoludur. Çünkü sevgi, şahsiyeti koruyarak bütünleşmektir. Birbirinde yok olmak
değil, birbirinde var olmaktır.
Yok olma (fena) faraziyeleri sevgiyi tek
yönlü kabul ederek sevenin sevdiğinde yok olacağını iddia eder. Halbuki sevgi
çift yönlüdür. Bu gerçek Allah’la kul arasındaki sevgide bile geçerlidir:
"Allah onları sever onlar da Allah’ı."
“İslam,
cazibesini kendi bünyesinde taşıdığı insanlığın değişmez değerlerinden
almaktadır.” diyordu “Mustafa
İslamoğlu”
“Tabi
biz bu değerlere sahip olmadığımızdan olsa gerek, bu değerlere bizden daha
fazla sahip olan başkaları tarafından cezbediliyoruz. Bunun önüne geçmek içinse
makyavelvari yöntemlere başvuruluyor...” diye düşündü.
Emre’yle
Vedat gelmişti o böyle düşüncelere dalmışken. Düşüncelerini onlarla da
paylaştı: “Neden insanları olduğu gibi kabul etmemiz gerektiğinin farkına
varıp, onları değiştirmeye çalışmak yerine kendimizi değiştirmeyi denemiyoruz?”
Sanırım
bizim asıl sorunumuz insanları kendi sahip olmadığımız değerlere çağırmaktan
ibaret. Üstelik birde kendi sahip olmadıkları değerlere çağrılarını kabul
etmedikleri için insanlara kızanlar yok mu...
İnsanları
peygamberimizin öğrettiği gibi sevemedik biz, çoğu zaman nefret ettik,
öldüklerinde arkalarından oh olsun dedi kimilerimiz. Sevgimizle onları özgür
kılmak yerine tutsak ettik tutkularımızla. Üstelik bunu din adına yaptık...
Çünkü bizim sevgimiz gerçek sevgi değil bir tutkuydu. Çarpık sevgimiz adına başkalarının hayatına yön vermek istedik ve
başaramayınca da nefret ettik onlardan.
“Hayırdır coştun
yine bakıyorum dedi” Emre.
Önemli
bir keşifte bulunmuş kaşifin heyecanıyla sürdürdü konuşmasını: “Allah Kur’an da, İslam’ı düşünen insanlar
için indirdiğini vurguluyor ısrarla. Oysa son zamanlarda bu dini hep düşünmeyenler
sahiplendi ne yazık ki ve bununda sebebi tarikatler bana göre.”
- Tarikatlarla
ne alakası var?
-
Çünkü
tarikatler her söylenene baş sallayan mürit yetiştiriyor... Çünkü tarikatler
düşünen insanı kendi otoritelerine bağlı tutmakta zorlanacaklarının
farkındalar. Çünkü şeyh efendiler otoritelerinin sarsılmasının önüne geçebilmek
için düşüncenin önüne geçmeyi tercih ettiler.
-
Çok
ağır bir ithamda bulunduğunun farkında mısın?
-
Öyle mi
diyosun? Oysa ben daha ortaçağ Avrupa’sında kilisenin fonksiyonu neyse bugünün
İslam dünyasında tarikatların fonksiyonunun o olduğunu henüz söylemedim..
-
!???
-
Sen
birazdan dinde reform yapmaktan da söz edeceksin korkarım. Yani sen İslam’ın
düzeltilmesi gereken tarafları olduğunu mu iddia ediyorsun?
-
Hayır
insanların Allah’ın insanlığa gönderdiği İslam’ı hurafelerle kendi
geleneklerine göre şekillendirdiğini ve kendi şekillendirdikleri dini insanlara
İslam olarak dikte etmeye kalktıklarını iddia ediyorum.
-
Tam
olarak neyi kastettiğini biraz daha somut olarak anlatır mısın?
-
Şöyle
anlatayım. Peygamberimizden sonra zamanla insanlar dini kendi hayatlarına
uydurmaya başlamışlar ve bu da gelenekselleşerek nesilden nesile bir çok hurafe
ve yanlışın din adına uygulanır olmasına yol açmış.
-
Sen şu
ağaçlara çaput bağlayanları, türbelere adak adayanları kastediyorsun.
-
Benim
kastettiğim bundan çok daha ötesi. İtikadi konularda bile hurafelerin islam
dünyasına girmiş olduğunu ve müslüman geçinen insanların bu hurafelere
dayanarak kendileri gibi düşünmeyenleri zındık, yoldan çıkmış ve hatta kafir
ilan etmelerini...
-
Bilmiyorum
ama sen boyundan büyük işlere kalkışıyorsun gibi geliyor bana.
-
Bu
benim tek başıma vardığım bir sonuç değil. Okuduğum bir çok kitap, şahit
olduğum bir sürü olay bu sonuca varmamı sağladı. Yine de ben kendi fikrimin
değişmez gerçek olduğunu iddia etmiyorum ama benim böyle düşünmek için pek çok
sebebim var ve birileri bana, benim yanlış düşündüğümü ispat edip geçerli
sebepler ortaya koymadıkça ben böyle düşünmeye devam edeceğim.
-
Hala
somut bir örnek vermedin.
“Aslında
ben tarikatların ortaya koydukları bakış açısıyla bir bütün olarak düşüncenin
önünde engel teşkil etmeye başladıklarını düşünüyorum ama birkaç somut örnek
vereyim.”
Bir
zamanlar İstanbul’un önde gelen şeyh efendilerinden birisinin sohbetini
dinlemiştim. Aynen şöyle söylüyordu: “Çocuklarınızı üniversiteye yollamayın,
onları kafir etmeyin. Felsefe ile bilmem neyle beyinlerini bulandırmayın.
Onları Fatih Sultan Mehmet’ler gibi yetiştirin.”
-
!?
-
Fatih
Sultan Mehmet’in felsefeye olan merakını tarih kitaplarından biliyorsunuzdur?
-
Ama
senin bu şeyh bilmiyor anlaşılan.
Daha
önce benzer bir durumla karşılaşmadığı için Vedat’a daha bir garip gelmişti bu
durum: “Yani biz üniversite okuyunca kafir mi oluyoruz şimdi?!”
-
Kuran
da şöyle bir ayet var: “And olsun ki, Nuh’u ve İbrahim’i de (peygamber
olarak) gönderdik... Sonra onların izleri üzerinde ardarda peygamberlerimizi
gönderdik, ardından da Meryemoğlu İsa’yı gönderdik, ona İncil’i verdik ve ona
tabi olanların kalbinde bir şefkat ve merhamet kıldık... Bir de (kendilerinin)
ortaya çıkardıkları ruhbaniyet ki, onu üzerlerine (biz) farz kılmamıştık,
sadece Allah’ın rızasını kazanmak için (kendileri yaptılar); fakat ona da
gereği gibi riayet etmediler. Artık onlardan iman edenlere mükâfatlarını
verdik. Fakat onlardan çoğu (yoldan çıkmış) fasık kimselerdir.”
-
Bunu
niye okudun şimdi bize?
-
Az sabredin anlatıyorum... Mealin yazarı “burada
zikredilen “ruhbaniyet”ten murad, ibadet için dünya lezzetlerini terk edip
insanlardan uzaklaşmak, nefsin isteklerinden elini çekmekte aşırılık
göstermektir” diye not düşmüş. Bir
başka mealde ise bu ayeti açıklarken takvanın ruhbanlıkla ilişkisinin
olmadığını anlamak için bu ayete dikkatle bakmalıdır diyor: “Allah kendisinin rızasını kazanmak
maksadıyla dünyadan el etek çekip insanların fitnesinden kaçarak sırf ibadete
koyulmak olan ruhbanlığı ise emretmemiştir. Bu nedenle ruhbanlık ve ruhbanlığa
benzemeye çalışmak takva değildir” diyor.
-
Eee tamam işte normal olanda bu değil mi?
Ruhbanlık hristiyanlarda var zaten.
-
Ama bizim peşinde yüzbinleri sürükleyen büyük
cemaatlerimizden önde gelenlerinden birisi bu ayete dayanarak Allah’ın ruhban
sınıfına ruhsat verdiğini söylüyor “Tasavvuf ehlinin Kur’an ve sünnetten istinad
ettikleri deliller” başlığı altında.
-
Hadi
ya!
-
“Hani
sen tarikatlere karşıydın. Kitaplarını okuyorsun ama bakıyorum” dedi Vedat.
-
Bir gün
tarikatler konusunda tartıştığım bir mürit tutuşturmuştu bu kitabı elime. “Sen
hep yanlış kitapları okuyorsun. Ondan bu hale geldin. Bi kere de doğru bir
kitap oku da aklın başına gelsin” demişti.
Gülerek
“peki aklın başına geldi mi!?” dedi Vedat.
-
Hem de
nasıl?.. Ayetin altına aynen şunu yazmış hoca efendi: “Büyüklerden
bazısının beyanına göre (kimse artık bu büyükler) Allah-u Teala’ya yakınlık
için evliyaullahın ortaya koydukları tarikat kaidelerinin tamamı,
Peygamberlerin Allah’ın emriyle getirdikleri şeriata dahildir. Çünkü Mevla Teala bu ayet-i
celilesinde, İsa (Aleyhisselam)ın ümmetinin icad ettikleri ruhbanlık yolunu
tenkid etmeyip kabul etmiştir…” diyor.
-
Vay canına!?
-
Okuduğunu anlama kapasitesi olan herhangi bir
kimsenin ayetten çıkaracağı sonuç bu mu Allah aşkına? Ama o cemaate bağlı olan
olmayan bütün Türkiye’nin ismini bildiği, çünkü çeşitli nedenlerle basında
gündem yaratmış birisi bu sonucu çıkarıyor.
“Ben olaya Fransız kaldım ne demek
istediğinizi biraz açsanıza” dedi Vedat.
-
Hani hristiyanlıkta ruhban sınıfı parayla cennette yer
satıyor ya. Onun benzeri bişeyi tarikatler islama sokmuş. Üstelik açık açık da
yazmış adam kitaba “Allah ruhbanlığı tenkit etmeyip kabul etmiş” diye. Tarikate
girmeden bir şeyhe bağlanmadan cennetin yolunun bulunamayacağını iddia
ediyorlar. Tabi tarikate giren herkesi hayır hasenat yapmaya çağırıp içinde
ırmaklar akan cennetler, tertemiz eşler (huriler) vaadiyle soyup soğana
çevirdiklerini söylememe gerek yok. Ama sana beni asıl şok eden bir cümleyi
söyliyeyim mi?
-
!?
-
Şeyh efendilerden bir tanesi buyurmuş ki: “Şu hususa
çok dikkat etmelidir. Babadan kalmış veya bir kolayını bulup gelir temin etmek
gâyesiyle bir dergâh ele geçirmiş kimseler vardır. Bunlar tasavvuf yolunda,
bâzı kitap ve risâleleri okuyarak âriflik iddiâ ederler. “Şeyhiz” diyerek,
insanlara doğru yolu göstermek isterler. Fakat kendileri doğru yolun hangisi
olduğunu bilmezler. Böyle kimseler kör bir insan gibidir. Bunların talebeleri
de kör olur. Bunların, eninde sonunda tehlikeli bir uçuruma düşmelerinden
korkulur.
-
Aslında senin söylemek istediğini anlatmıyor mu bu
cümle?
-
Aslında öyle ama peşinden ne dese iyi: “Mürit şeyhinin
terbiyesinde ölü yıkayanın elindeki ölü gibi olmalıdır ki, şeyh, müridine
istediği gibi hareket edebilsin. Mürit tam bağlı olmazsa şeyh onu nasıl
yetiştirebilir?..”
-
Böyle bir cümle var mı ya?
-
Harbi kötü cümle kurmuş. Gerçekten böyle mi söylüyor
tarikatler?..
-
İradeni şeyhe teslim edersen...
-
İnternete girin hemen hemen bütün cemaatlerin
forumlarının bir yerinde geçiyor böyle bir cümle. Hepsi de yanlış yola gidersen
şirke düşersin, cennetin anahtarı bende diyor. Şimdi cemaatler düşüncenin
önündeki engel demekle ne demek istediğimi anladınız mı? Nasıl ortaçağda,
hristiyanlıkta ki ruhban sınıfı düşüncenin önünde engel teşkil ettiyse
günümüzün İslam dünyasında da tarikatler aynı şeyi yapıyor. Biraz
daha müslümanlar kendilerini öteki dünyaya adadıklarını ve mutluluğu orada
yakalayacaklarını düşünedursun, bence şeyhlerin cahillikle suçladığı insanlar
şeyh efendilerden çok daha fazla uyguluyorlar hayatlarına peygamber ahlakını.
-
Yani onlara göre öteki dünyada cenneti elde
etmenin yolu bu dünyada sıkıntı çekmekten geçiyor.
-
“Biraz
daha müslüman” ne demek?
-
Gazeteci-yazar
Ali Bayramoğlu kullanmıştı bu cümleyi... “Biraz daha müslümanlar” herkesin
kendileri gibi olmasını istiyor. Bir tarikata bağlı olan olmayanı, namaz kılan
kılmayanı, oruç tutan tutmayanı, kendini bir ideolojiye bağlı kabul eden bu
hizbin dışındakileri zındıklığa kafirliğe varan ithamlarla...
-
Zaten bu yüzden “bu adamlar bir gün gücü ellerine
geçirirse bize neler yaparlar?” korkusuyla yaşamıyor mu insanlar?
-
Korkularında haksız da sayılmazlar hani. Çünkü
kendilerini islamın temsilcisi sayanların içinde insanları “doğru yola”
getirmek için onları aldatmayı, gerektiğinde zor kullanmayı mubah sayanlar bile
var.
-
Makyavelcilik.
-
Köprüyü bir geçsinler soracaklar o münafıklara,
kafirlere yaptıklarının yada yapmadıklarının hesabını... Oysa insanlara,
İslam’a uymadıkları için değil kendilerine uymadıkları için bela okuyorlar...
Ahmet Altan’ın kitabında bir şeyh
“Ahlaksız olan kendi ahlakına uymayandır” diyor. Oysa bizim şeyhler dese dese
“ahlaksız olan benim ahlakıma uymayandır” der. Tabi kendi ahlaklarını Allah’ın
kitabından aldıkları iddiasında onlar...
-
Öyle bir şeyhe
ancak Ahmet Altan’ın kitabında rastlayabilirsin.
-
Tarih
bilmez, siyaset bilmez, felsefe bilmez, ekonomi bilmez. Yani bu adamlar dünyayı
tanımıyor. Satabilecekleri tek bir şey var o da maneviyat. Her sohbetlerinde
maneviyat sahiplerine destek olun, yardım edin diye vaazda bulunurlar.
-
Bunları
sakın bir müridin yanında filan anlatmaya kalkma seni oracıkta boğar...
-
Zaten
değer verdiklerimiz hakkında eleştiri yapılmasına hiç tahammülü olmayan bir
milletiz. Takım kavgası yapan biz, parti kavgası yapan biz...
-
Hah
işte müritlerin kavgası da kimin şeyhinin daha çok uçtuğu... En üstün olan
kendi şeyhleri ya şeyh efendi öyle ismi herkes tarafından ağza alınamayacak
kadar kutsal bir varlıktır. Eleştirmek kimin haddine. İslam dünyasının bu kadar
geri kalmış olmasının asıl sebebi de bu bana göre...
-
Yani
Atatürk tarikatleri yasaklamakla doğru yaptı diyorsun.
-
Şimdi
anlatacaklarımı dinle az bile yapmış diyeceksin.
-
Dahası
da mı var?
-
Hemen
hemen bütün cemaatlerde rivayet edilen bir hadis var: “Şüphesiz ki Allah-u
Teala her yüz senenin başında bu ümmet için, dini yenileyecek bir kimse
gönderir.” Cemaatlerden birisinin meşhur hocalarından birisi şöyle diyor
kitabında: “Başında bulunduğumuz Hicri 15. Asırda da bu tecdid vazifesini
hakkıyla ifaya çalışan Üstadımız “X” Hazretlerine Mevla Teala’dan hayırlı uzun
ömürler, sıhhat-ü afiyetler dilerim.”
-
Haliyle
biz buradan bu yüzyılın müceddidinin bu “X” hazretleri olduğunu anlıyoruz.
-
Ama başka
cemaatten birisi şöyle diyor: “Y” efendi müceddidlik yani dini yenileme
görevini tam olarak yerine getirmiştir. “Y” efendi İslam aleminin üzerindeki
zulüm ortamının kendisinden "bir asır sonra" ancak Hz. Mehdi vesilesi
ile dağıtılacağını söylemiştir. Kendisinden bir sonraki yüzyılda yani Hicri
1400'lü yıllarda Hz. Mehdi'nin yapacağı çalışmalarla, müslümanların büyük
sıkıntılardan kurtulup feraha kavuşacaklarını açıklamıştır.
-
Ooo baksana tarihte veriyor.
-
Kendisinden sonra gelecek olan müceddidin Mehdi
olacağını bile açıklamış... Her cemaatin kendine göre "müceddid"
olarak sıfatlandırdığı alimler var yüzyılımızda yaşayan.
-
Ama her cemaatın ki farklı...
-
Bu durumda
birileri yalan söylüyor. Ya “her yüz senenin başında bir müceddid geleceği”
hadisi hatalı çünkü aynı yüzyıl içinde birden fazla müceddid ortaya çıkmış.
-
Yada ortaya
çıkan müceddidlerden biri ikisi yada hepsi birden yalan.
-
İnternette bir dolaşın ne acayip tartışmalar döndüğünü
görün. Birisi Pakistan müslümanlarının hazırladığı bir müceddid listesini
eklemiş foruma ve bakın ne demiş: “Görüldüğü gibi bu listede Gavs-ı Azam
Abdulkadir Geylani; Ahmed Yesevi; Necmeddin Kübra; Şah-ı Nakşben...
gibi birçok sağlam kaynakta "kutbul aktab" oldukları kayda
geçirilmiş zevat dahi yoktur. Allahu alem başka kaynaklardan aktarılmış
listelerde bambaşka isimlerin müceddid; kutub olarak kayda girdiğini görmek şaşırtıcı
olmayacaktır. Hal böyle iken Türkiye'de bazı cemaaat reislerinin kutbul aktab;
mürşidüssakaleyn gibi cafcaflı ibareler ile reklam edilmeleri aslında hiçbir
anlam taşımamaktadır.” Başka biri de eklemiş: “X” hazretlerinin müceddid
olduğunu iddia edenler önce Pakistan’daki müceddidleri ikna etsinler ben ikna
olurum. Bir başkası araya
girmiş: “Müceddidlerin
kimler olduğu Levh-i Mahfuz bilgisidir; yetkilisi olan bakar ve görür kimlermiş
kıyamete kadar gelecek olan müceddidler... Tasavvufa tepeden bakar havalara
giren ‘Y’cileri bilmem ama "hocaefendi"lerinin,
"ağabey"lerinin bile bu yetkiden zırnık kadar nasipsiz oldukları
ortada.” Ve sonra eklemiş: “Bu
bilginin kaynağı ‘Z’ hazretleridir; bana
cevap yazayım derken azizimize çatmayasınız fena olur.”
-
Oy oy
oyy! Adam rakip cemaatin hocaefendilerine zırnık mırnık vermiş veriştirmiş,
ondan sonra hocama laf etmeyin bak fena olur diyor...
-
Müritler
şeyhlerinin kerametlerini anlata anlata bitiremiyor. Dinleyenler de kulaktan
kulağa bu insanları gözlerinde öyle büyütüyorlarki neredeyse tapar hale
geliyorlar.
-
Çoğu zaman
şeyhi uçuran müritler değil mi aslında?
-
Öyle olsa bile
bizim şeyh efendiler hiçbir zaman bende sizin gibi bir insanım açıklamasını
yapma ihtiyacı duymuyor. Tam tersine gizemli cümleler kurarak bu anlayışa prim
veriyorlar. Belki de kendileri de inanıyorlar üstün insan olduklarına.
-
Bir de
tevazudan bahsetmezler mi?
-
Evet
birileri peygamberimizin giyindiği gibi giyiniyor, yaşadığı gibi yaşadığını
iddia ediyor ama korkarım pek öyle mütevazi ve hoşgörülü değiller.
-
Ve
de insanlarda hayranlıktan çok korku ve öfke uyandırıyorlar...
-
Peygamberimizden
bile korkutuyorlar bizi.
İnternetten bir yazı okudu:
"Eğer
bir gün Peygamber ziyaretinize gelse, yalnızca birkaç günlüğüne, aniden çalsa kapınızı,
merak ediyorum neler yapacağınızı."
-
Şiirin yazarı, bunu merak
ettiğini söylüyordu ama Peygamber bize gelse neler yapacağımızdan emin gibi bir
hali vardı oysa. Onun yaptığı, bir merakı dizelere taşımak değil; bir 'merak'
imgesi etrafında 'olan'la 'olmamız gereken' arasında yüzleşme yaşamamızı
sağlamaktı... Bu yüzleştirmeyi yaparken, gönül huzuruyla Peygamberin karşısına
çıkacak yüzümüzün olmadığını anlatmak istiyordu...
Kimilerine
göre, evlerimiz puthaneden farklı değildi. Kâbe'deki putları deviren Peygamber,
evimize gelse, Kâbe'de yaptığını evlerimizde de yapmaya girişirdi muhakkak.
Kimilerinin azarı ise, evimizden ziyade,
doğrudan şahıslarımızla, daha doğrusu görüntümüzle ilgili idi. Sakal, sarık,
cübbe yoksa üzerimizde, vaziyetimiz sakat demekti. Bu çıkarımdan son derece
emin öyleleri vardı ki, imanı sakalla eşleyen kitaplara dahi rastlamıştım.”
- "Hristiyanlar gibi giyinmeyin, kafirlere benzemeyin" diyen sarıklı cüppeli hocaların din adına bize ortaçağ
papazlarının düşünce sistemini satmaya çalışmaları ne büyük tezat. Ortaçağ
papazları da kendilerine itaat etmeyeni, şirke düşüp dinden çıkmakla itham eden
hocalar gibi aforoz ediyordu…
-
Tasavvufa düşman
oldun sen galiba.
-
İnsanları olgunlaştıran bir tasavvuf anlayışının
karşısında olmam mümkün değil ama bugünkü cemaat anlayışı insanları ne kadar
olgunlaştırıyor?.. Tasavvuf değil de taassup sahibi yapıyorlar bana göre. Peygamberimiz bir gün çıkıp gelse biz
utanır mıydık bilmiyorum ama doğrusu onun bizleri utandırmak için
yaptıklarımızı yüzümüze vurup bizi aşağılayacağını düşünemiyorum. Korkarım biz
peygamberimizi yeterince tanımıyoruz. O, yaptıkları ve yaşamıyla sevilmeye
layık en değerli insan olduğu için değil, sevmek mecburiyetinde olduğumuz için
seviyoruz... Peygamberimiz dost düşman herkeste bir hayranlık uyandırıyordu
yaşadığı dönemde. İnsanlar onu gönüllerde taht kuran kişiliği nedeniyle
seviyorlardı. Kimseyi hor görmeyip herkese sevgisini, iyiyi, doğruyu en güzel
şekilde sunabildiği için herkes ona hayran ve en çok sevilen insandı. Mekke'nin
fethedildiği gün yanına yaklaşan bir adamın heyecan ve korkudan titrediğini
gören Resulullah:
"Titremene lüzum yok. Ben kral değilim. Kureyşli kuru et yiyen bir kadının
oğluyum ben." dememiş miydi?
Peki
ama nasıl oluyor da bu dini korku üzerine inşa etme cüretini gösterebiliyor bu
adamlar... Tarih, siyaset, felsefe,
ekonomi bilmemelerini anlayabilirim ama bu adamlar dini de bilmiyorlar.
Bildikleri söyledikleri bir tek şey varsa “bir insan ne kadar çok ibadet eder
ne kadar çok zikir yaparsa o kadar Allah’a yakınlaşacak...” Oysa ne güzel söylüyor Doğan Cüceloğlu...
“Yapılan
her türlü faaliyet insanda bir iyilik hissi uyandırıyorsa, ideolojilerin
üzerinde yüce bir amaca hizmet ediyorsa bunun kaynağında ibadet ve Allah
sevgisi vardır...”
Müslümanlar yüzyıllardan beri onları içine
düştükleri durumdan kurtaracak, olağanüstü güçlere sahip, keramet sahibi
insanların yollarını gözlediler. Şeyhler de bu olağanüstülük vasıflarını hep
kendilerine vehmettiler. Oysa keramet hiçbir insana özel bahşedilmemişti. Keramet
kendi içimizdeydi aslında ama biz hep başka yerde aradık.
11 Eylül faciasında ölen insanların
arkasından oh olsun diyebilen ve buna rağmen İslam’ı sahiplenen insanlar
yüzünden İslam ve terör yan yana anılmaya başlamıştı artık. Müslüman olduğunu iddia
eden ama cahillikleri yüzünden kendilerini tüketen kimileri, son çare olarak
terörle duyurmaya çalışıyordu seslerini...
O, İslam’ın dünyaya ne büyük bir medeniyet
kazandırdığını ballandıra ballandıra anlatanlar değil miydi İslam dünyasının
bugün içinde bulunduğu durumun müsebbipleri.
Gazetede gözüne
takılan bir haberi hatırladı:
“Guantamano
üssünde çekilen fotoğraflar başta İngiltere olmak üzere Avrupa da infial
yarattı” diyordu gazete.
İngiltere’de yayınlanan “The Mail”,
manşetinde "işkence" başlığını kullandıktan sonra sormuştu:
"Bush ve Blair medeniyetimizi böyle mi savunuyor?"
Guardian
ise: Yazar Hugo Young, AB vatandaşı olan El Kaide militanlarının gizlice
yargılanarak idam edilmesinin her Avrupalıyı inciteceğini ve intikam
saldırıları düzenlenmesi durumunda Avrupa halkının artık ABD tarafında
olmayacağını yazıyordu.
Peki ya biz? Toz kondurmadığımız
medeniyetimizi Taliban’ın bakış açısına göre mi savunacağız? Bizim
medeniyetimiz kırmak, dökmek, yakmak, yıkmak, öldürmek üstüne kurulu bir
medeniyet mi yoksa?..
Bir dergide gördüğü 11 Eylül olayıyla ilgili
manşeti hatırladı: “Amerika ektiğini biçiyor.” Üstelik kapak resmi olarak ikiz
kulelerin muhteşem bir manzara arz eden resmini koymuşlar. Gece karanlığında
ışıl ışıl muhteşem bir görüntü... Kendisini o binada yakını ölmüş olan
birisinin yerine koyuyordu... Resimdeki o muhteşem manzara şimdi yerle bir
olmuş. Üstelik orada çok sevdiği bir insan ölmüş. Resmin üstündeki manşette
yıkımın sebebini koyuyordu ortaya "Amerika ektiğini biçiyor..?”
O yıkılan binalarda çalışan insanlar bu haberi
okusalar ne düşüneceklerdi? Amerika bizi ekti bizi biçti, kahrolsun ABD mi
diyeceklerdi?
Böylesine
korkulan ve nefret uyandıran bir müslüman çizgisi yaratılmıştı zihinlerde,
kendilerinin daha fazla müslüman olduğunu zannedenlerce. Ve şimdi ABD’nin Irak’ı işgal hazırlığında
olduğundan bahsediyordu gazeteler. Onlar da ölen vatandaşlarının intikamını
almak, belki de, aslında, ayaklarına kadar gelen orta doğuyu şekillendirme
fırsatını kaçırmamak için, kim bilir kaç
tane masum insanın canını almakta tereddüt etmeyeceklerdi.
Birinci ve ikinci dünya savaşı felaketlerini
yaşamış bir insanlığın hala kitlesel ölümlere yol açabilecek böylesi savaşlara
müsamaha göstermesini anlayamıyordu… Belki de savaşın kararını verenlerle
acısını çekenler farklı olduğu için bu kadar kolay çalınıyordu savaş
tamtamları…
Duyduklarını,
okuduklarını ve yaşadıklarını birleştirince öteden beri din alimi olarak
geçinenlerin bazı söylemleri onda soru
işaretleri bırakmaya başlamıştı zaten. Ve şimdi öteden beri kafasını kurcalayan
bazı konular açıklığa kavuşuyordu.
Geleneksel olarak
hocaların söylediklerine karşı çıkmak mümkün değildi. Çünkü onlar her şeyin
iyisini bilir, doğrusunu söylerlerdi!? Ama büyük alimler diye bilinen
kimselerin aslında insanları ne büyük yanlışlara sürükleyip insanlar için
hayatı ne kadar yaşanmaz kıldıklarını fark edince...
Bir cemaatin ileri gelenleri “Velilerin
müritlerine yardım edebilecekleri tezini” rahatlıkla ileri sürebiliyordu.
Hatta
sağlığında bir veliyi kendilerine önder
kabul edenlerin sırtı, o veli öldükten sonra bir daha yere gelmezmiş. Çünkü o
veli ölünce “kınından çıkmış kılıç gibi olurmuş.” Bizi duymakla kalmaz daha çok
yardım etme imkanı bulurmuş. Halbuki kutsal kitabımız Kuran “Dirilerle ölüler
bir olmaz. Şüphesiz Allah dilediğine işittirir. Ama sen kabirdekilere bir şey
işittiremezsin.” demiyor muydu?
Mustafa
İslamoğlu’nun dediği gibi: “Herkes
kendisine göre bir din yaratmış onun pazarlamasını yapıyor.”
Yüzyıllardır
insanlar arasında önyargıya sebep olan tabular yıkılacaktı elbet bir gün. Ama
bu durumdan endişeye düşen cemaatler bu konuların çok derin konular olduğunu
söyleyip kurcalanmaması gerektiğini salık veriyorlardı.
“İman ile ilgili konuları
akılla izah etmek ya da yorumlamak son derece tehlikelidir. Yani teslimiyet esastır İslam’ın bize öğrettiğine
kesin teslimiyet gösteririz... İslam’ın doğrusu bir tanedir ve o da Allah
kelamıdır. Onun dışındaki her şey beşer sözüdür ve doğruluğu şüphelidir.” diyen şeyh efendiler bu cümlenin peşine, "yanlış
yola gidersen şirke düşersin, cennetin anahtarı bende"yi ima eden cümleler
kurarak uçuruma yuvarlanmamak için
kendilerine itaati salık veriyorlardı.
- Eğer dini akıl ile yorumlamayacaksak ne ile
yorumlayacağız... İman bilmek ve tanımakla olur... Zaten bizim en
büyük eksiğimiz aklımızı kullanmamak. Zaten kimi şeyh ya da hoca efendiler her
şeyi bizim yerimize düşünüp, her şeyin iyisini bilip, bütün doğruları ortaya
koydukları için, bize aklımızı kullanmamamızı salık veriyorlar. Aklımızı
kullanırsak sapıtırmışız... Düşünmeden, sebebini bilmeden bize teslim olun
dedikleri için yaptığımız teslimiyet, Müslüman dünyasının bugünkü geri
kalmışlığının asıl sebebiydi... Çünkü düşünmediğimiz için birileri bizi kolaylıkla
istedikleri şekilde yönlendirip kendi çıkarları uğruna kullanabiliyor… Gücü
ellerinde tutmak isteyenler hep düşünmeyen ve koşulsuz itaat eden bir toplum
hedeflemişler...
“Ya
bunlar daha önce böyle şeyler söylemiyorlardı. Ya da ben hiçbir zaman gerçek
manada onları dinlememiştim” diye düşündü.
Doğan Cüceloğlu’nun bahsettiği anlam arayışı
içinde bulunan insanları içinde en az barındıran topluluk bizdik belki de.
Çünkü bize, öteden beri bizim için gerekli olan her şeyin önceden keşfedildiği
ve bizim bu keşfedilenin ötesinde bir şey aramadan keşfedilene itaat etmemiz
gerektiği empoze edildi. Yıllardır kimse kurcalamadığı için din adına yüksek yerlere oturup
insanlara tepeden bakmaya alışmış olanların kolay kolay bu ayrıcalıklarından
vazgeçmeyecekleri de muhakkaktı.
“Ne
olursan ol gel...” deyince hep kendilerine gelmelerini beklemişlerdi
insanlardan...
Şeyh
efendiler etraflarındaki insanları bilinçlendirmek yerine, çevrelerinde
hiyerarşik bir ortam oluşturmaya çalışıyorlardı. Çünkü bu hiyerarşik ortam
içerisinde gücü ve saygınlığı ellerinde tutabilirlerdi. İşin içerisine birazda
gizem kattı mı ulaşılmaz bir insan olup çıkıyorlardı... Başka türlü,
bilinçlenen bir toplum saltanatlarının sonu olabilirdi. Onun için yukarıdakiler
hep siz bilmezsiniz, siz anlamazsınız bakış açısıyla yön veriyordu alttakilere.
Alttakiler de kendilerine verilen bakış açısından kaynaklanıyor olsa gerek
yukarıdakiler ne derse uygulamaya kalkıyordu hiç sorgulamadan ve
yukarıdakilerin de aslında bir insan olduğunu hiç aklına getirmeden...
Tıpkı İstanbul Üniversitesine gittiklerinde
onu hocalarıyla görüştürmek istemeyen bekçiye Serdar’ın yaptığı şeydi başlarına
gelen.
(İstanbul Hukuk’ta okuyan,
liseden arkadaşı Serdar’la bir buluşmalarında fakülteye uğramışlardı. Bir hocasıyla
görüşmek istiyordu Serdar. Hocanın odasının bulunduğu binanın kapısında onları karşılayan palabıyıklı bir amca, hani şu “yassak hemşerim geçemessin” diyen
türden, bu fakülte benden sorulur edasıyla “ne istiyorsunuz” diye sormuştu. Serdar
ne olduğunu anlamadığı saçma sapan bir sebep söylemişti... Meğerse bu bir
taktikmiş. Serdar “hocayla görüşeceğim” dese bırakmayacaktı bekçi amca ama
Serdar’ın söylediklerinden hiçbir şey anlamadığı ve onun
anlayamayacağı kadar önemli ve geçerli bir sebep olduğunu zannettiği için
geçmelerine izin vermişti...)
Onların anlayamadığı saçma sapan bir sürü şey anlatan şeyh efendilere, her halde bizim anlayamayacağımız kadar önemli ve büyük şeyler anlatıyorlar diyerek yol vermişlerdi...
Şimdi
düşünüyordu da yapılan dini çalışmaların sonunda çoğunlukla hocaların mürit
sayısı artıyordu ama bunun dine ne faydası oluyordu...
Babasına düşüncelerini aktardığında “Onlar
ömürlerini dine adamışlar sen onlarla kendini nasıl bir tutuyorsun?” demişti
babası...
Babasına donanma komutanlığından verilen
plaket takılmıştı o an birden gözüne. 74 Kıbrıs harekatı sonrası Türkiye’ye
uygulanan ambargo nedeniyle temin edilemeyen bazı parçaların imalatı için
ordudan uzmanlar babasının çalıştığı fabrikaya gelmiş ve fabrikanın mühendisi
kendilerinden istenen şeylerin ellerindeki teknolojiyle yapılamayacağını
söylemesine rağmen babası yapabileceklerini söylemiş ve yapmışlardı.
Babasına bunu hatırlatıp sormuştu:
-
Neden
yapılamayacağını söylemişti mühendis?
-
Çünkü
mühendisler her şeyi kağıt üstünde öğrendikleri için bilgilerini pratiğe dökmekte
zorlanıyorlar.
-
“İşte
sizin bu alimler de bu işin kitabını okumuşlar ama ellerindeki bilgiyi hayata
geçirme kabiliyetleri yok. Çünkü hayatla iç içe değiller ve kendileri hayatın
dışında bir yaşam sürdükleri gibi bizi de hayattan koparmaya çalışıyorlar...
O
mühendis gibi bu alimlerin söylediği tek şey; yapamazsınız,
beceremezsiniz, düşünceniz yetmez, aklınız ermez...”
Babasını
ikna etmesinin bir yolu yoktu. Çünkü babası, hocasının yanlış yaptığını kabul
ederse yıllardır yanlış adamın peşinden koşmuş olduğu gerçeğiyle yüz yüze
gelecekti. Ve bu; ömrünü bu uğurda tüketmiş birisi için kabul edilmesi zor olan
bir gerçekti.
(Bu arada buraya kayıt düşmek isterim ki, çocukluklarından bu yana, şimdilerde "fetö" adıyla
anılan cemaat içinde yetişmiş, cennetin yolunun hocaefendilerinin yolu
olduğuna inanan şakirtlerin “her şey yalanmış, cennete gidiyoruz derken
cehenneme yuvarlanıyormuşuz meğerse” demelerinin kolay olmadığı aşikar... Yalan, hile, şantaj, kopya vb. her türlü ahlaksızlığı, insanların
hakkına girmeyi dini bir görev addedebilen bir yapıyı cennete giden tek yol
diye pazarlamak büyük başarı…)
Şeyh efendiler içinde aynı şey geçerli. Eğer
yanlış yaptıklarını kabul ederlerse onca yıldır peşlerinden koşan, öl dese
ölüme gözü kapalı gidecek, ağzından çıkan her sözü hayranlıkla dinleyen on binlerce
mürit bir anda onları terk edebilir, biranda yapayalnız kalabilirlerdi...
Şeyh efendiler saygınlıklarını koruyabilmek
için çevresindeki insanları kendisinin yanlış yapmayacağına inandırmak zorundaydı.
Söyledikleri, yaptıkları şeylerin
sorgulanmasının getireceği sonuçların farkında olan şeyh efendilere göre en iyi
mürit, her söylenene baş sallayan mürit oluyordu.
Ama bu inat sadece kaçınılmaz sonun biraz
daha gecikmesine olanak sağlar diye düşündü. Nasıl ortaçağ kilisesi, insanların
bilinçlenmesi ve düşünmeye başlamasıyla sarsılmaz otoritesini yitirdiyse, müslümanların
düşünmeye başlaması da düşüncenin önünde engel teşkil eden tarikat anlayışının
sonunu getirecekti... Nasıl ki kilisenin öğretileri konusunda kuşkular doğduktan
sonra halk, kendileri sıkıntı içinde yaşarken, kendilerinden toplanan paraların
nereye gittiğini sorgulamaya başlamıştı. Günümüz müslümanları da düşünmeye
başladığında kendilerinden din adına toplanan paraların nereye gittiğini
sorgulamaya başlayabilirdi.
Şeyh efendinin öğretileri babası için
hayatın bütün anlamını oluşturuyordu ve onca yıldır yaptığı şeyin yanlış
olduğunu kabul etmek onun için hayatı bir anda anlamsız kılabilirdi. Bu nedenle
babasını ikna etmeye çalışmak yerine bu işi zamana bırakmaya karar verdi...
Yorumlar
Yorum Gönder