“Toplumların
adalete dayalı "saff"ını bozup saltanata dayalı bir piramit ortaya
çıkaran yukarıdakilerle bu piramidin oluşmasında gönüllü yada gönülsüz
saltanata kaldıraç olmuş aşağıdakiler arasındaki mücadele iki farklı biçimde
tezahür etmiştir. Biri piramidin tepesine çıkmak isteyenlerle orasını daha önce
ele geçirmiş olanların kendi aralarında verdiği mücadele,
diğeri ise toplumun adalet öğretisine aykırı konumunun farkına varıp piramidik
zulüm düzenini yeniden "düz çizgi" (saff) haline getirmek
isteyenlerin verdiği mücadele.
"Saff"
halindeki toplum kendisine tahakküm edilen bir yerinden kırılıvererek
"piramitleşme"ye başlar. Bu durumda toplumdaki hayırda öne geçme
yarışı yerini, başlara basarak piramidin tepesine ulaşma yarışına bırakmıştır.
Artık her başın üzerinde bir ayak vardır. Adalet toplumunda tüm başlar Allah'a
bağlı iken, saltanat toplumunda "baş başa baş da padişaha bağlı" hale
gelmiştir. Padişah olmak ise ayakları tüm başların üzerinde olmak anlamını
taşıyacaktır.
Saltanat
"saff" halindeki toplumun piramitleşmesinin adıdır. Adaletin zulme
dönüştüğü böyle bir toplumda "üsttekiler"in konumlarını muhafazaları
"alttakiler"in başlarını kaldırmamalarına bağlıdır.
Bugünkü
"din" anlayışıyla Resulullah'ın tebliğ ettiği "Din"
birbirinden o kadar farklıydı ki...
Piramidin
tepesinden bakana aşağısı bir hoş görünür nedense. "Bizden gerekçesiyle
olaylara "hakkın" değil "gücün" gözüyle bakan bu yamuk
bakış açısı doğal olarak baktığını da yamuk görecektir.
Artık
din deyince akla Allah Rasulunun ve ashabının yaşadığı İslam değil İslam'la
bağdaşması mümkün olmayan saltanat gelecek, adalet yerine, zulme dayalı bir
siyaseti meşrulaştırmak için bazı "ilim" mahfillerince uysal ve
eyyamcı siyaset teorileri üretilecektir.
Ebu
Hanife, Raşid Halifelerden sonra birbirinden ayrılan "hak" ve
"güç"ün arasındaki amansız savaşta güçten ve güçlüden yana değil,
haktan ve haklıdan yana olmuş ve bunu kanıyla belgelemiş biri. İmam Saltanata
karşı İçtihad'ı temsil ediyordu. Tarih boyunca tüm saltanatların bariz
özelliklerinden biriyse "içtihad"a düşman oluşlarıydı.
Büyük İmam Ebu Hanife'nin, onun yolunu
izlediğini söyleyenlerce yeterince tanınmıyor oluşu "kutsallaştırma"ya
onun da kurban verilmiş olmasının bir sonucudur. İmam'ın kaç kez hacca
gittiğini, kaç hatim yaptığını anlata anlata bitiremeyenler onun saltanatlara
karsı gösterdiği örnek tavrı ve sonu şehadetle taçlanan ömürlük mücadelesini
görmezden geliyorlar.
Ebu Hanife’ye yapılan teklif şuydu: “Üzerine
imza koymadığın hiçbir kanun yürürlüğe konmayacak, sen izin vermeden devlet
hazinesinden kuruş çıkmayacak.”
Böylesine bir teklifi kırbaçlanma ve ölüm pahasına reddetmenin hiç mi
hiç anlaşılır bir tarafı yoktu...
Mansur, İmam’ın yakasını bırakmamakta
kararlıdır. Zira o iyi bilmektedir ki İmam görevi kabul ederse sistemin
işleyişine katkıda bulunan bir eleman durumuna düşürülmüş olacaktır. Yok eğer
kabul etmezse yine mesele halledilecek, İmam’ın ortadan kaldırılmasına bir
bahane bulunmuş olacaktır. Ne var ki biraz kanlı ve işkenceli olacaktır...”
"Mustafa İslamoğlu"
İmam-ı
Azam dilden dile efsaneleştirildiği gibi kerametleriyle değil cesaretiyle,
onuruyla, haksızlık karşısında boyun eğmemesiyle yazdırmıştı tarihe adını. Mustafa
İslamoğlu’nun kitabını okuyunca, Sokrates’le İmam’ı Azam Ebu Hanife’nin yaşam ve
ölümleri arasındaki benzerlik çekmişti dikkatimi. İkiside menfaatleri uğruna
ilkelerinden vazgeçmemiş, doğruları her zaman her yerde korkusuzca
haykırabilmiş yürekli adamlardı... Her ikiside gerçekleri korkusuzca saltanat
sahiplerinin yüzüne haykırdıkları ve yaptıkları haksızlıkları çekinmeden
söyledikleri için saltanatlarının sonunu getireceği korkusuyla saltanat
sahipleri tarfından ölümle cezalandırılmıştı...
Yorumlar
Yorum Gönder