Ne varlığa sevinirim,
Ne yokluğa yerinirim,
Aşkın ile avunurum,
Bana seni gerek seni...
Bu dörtlüğün açıklamasını Doğan Cüceloğlu kitabında öyle güzel yapmıştı ki; “bizim şeyhlerin, hoca efendilerin Doğan hocadan biraz tasavvuf dersi almaları gerek” diye söylendi... Tanıdığı hocaların hepsi de “emri bil maruf nehyi anil münker” (iyiliği emredip, kötülükten sakındırma) yapın deyip duruyordu. Şimdi düşünüyordu da bunu söylerken Doğan hocanın dediği gibi sonunda hep cennet vadediyordu hocalar. İnsan sevgisinden kaynaklanmıyordu bu istek. Önemli olan bizim cenneti hak edip etmediğimizdi. Oysa tasavvufun insanlara vermesi gereken “cenneti ben neyleyim, bana seni gerek seni” anlayışı değil miydi!..
***
Son zamanlarda sıklıkla tekrarlanan dalıp gitmelerinden birisini yaşıyordu. Garip ama rahat bir oturuş tarzıyla ayaklarını koltuğun tepesine uzatmış, İrfan’ın yemek yaparken çıkardığı gürültüye aldırmaksızın; bu dünyanın hapis gibi geldiği, kendisini tutsak gibi hissetttiği zamanlarda bile onun için her zaman kaçabileceği farklı bir dünya olan kitaplarından birisine sığınmış, akşam güneşinin bahar esintisiyle birleşip iliklerine işleyen o tatlı sıcaklığına bırakmıştı kendisini.
Annesi onu böyle görse “adam gibi oturmayı bir türlü öğrenemedin gitti” diye her zamanki uyarısını tekrarlardı muhtemelen. Ama neyseki arkadaşları onun bu tuhaf ama rahat hallerine alışmışlar, hatta onun bu rahatlığı onlara da sirayet etmiş, eve kim gelse evdeki rahatlığa kendini kaptırır olmuştu.
Çocukça bir mutluluk içinde geçen senelerin, uzun süren iç çatışmalarının ve çelişkilerin ardından gelişigüzel bir hayat yaşamaya başladığını seneler sonra fark edecekti. O güne kadar “Ben kimim, bu dünyada ne işim var...” gibi soruları kendine sorma ihtiyacını hiç hissetmemişti. Birileri bu soruları onun için hep cevaplamıştı zaten. Fazla düşünmesine gerek yoktu, kendisine öğretilenleri yapsa yeterdi...
Hocalar, şeyh efendiler, ailesi, öğretmenleri, profesörler, politikacılar, arkadaşları, okuduğu kitaplar, izlediği filmler, herkes, her şey ona hayata dair bir bakış açısı kazandırmaya çalışıyordu. Ama karmaşık duygulara sürüklenip düşünmeye başlayınca, başkalarının ona vermeye çalıştığı bakış açısının onu içinden çıkılmaz çelişkili durumlara sürükleyip hayatını anlamsız kılmaktan başka bir işe yaramadığını fark edecek, bununla birlikte oturuşundaki o aldırmaz rahatlığın düşüncelerine yansıması o kadar da kolay olmayacaktı...
Orhan Pamuk “İstanbul Hatıralar ve Şehir” adlı kitabında “Tanpınar’ın huzur romanında olduğu gibi: içe çekildikleri, yeterince kararlı ve girişken davranmadıkları, tarihin ve çevrelerinin onlara dayattığı şartlara boyun eğdikleri için mutlu olamayan hüzünlü kahramanlarla kendimi özdeşleştirdiğim için mi bilmem” derken onu anlatıyordu sanki...
“Neden diğer insanlar güle oynaya yaşarken ben bir boşluk hissine takılıp kalıyorum?! Bu boşluğu hisseden bir tek ben miyim?!..” diye sordu kendine...
Çalışma masasının üzerinde duran “Sofi’nin Dünyası” adlı kitap takıldı gözüne. “Jostein Gaarder” tarafından, okurların felsefe tarihini sıkılmadan okuması amacıyla roman tarzında kaleme alınmış harika bir kitaptı bu.
Daha önce altını çizmiş olduğu satırları okumaya başladı...
***
Filozoflara göre insan sadece ekmekle yaşayamaz. Tabii ki bütün insanlar yemek yemelidir. Ayrıca sevilmeye ve ilgi görmeye de ihtiyaçları vardır. Ama bütün insanların ihtiyacı olan bir şey daha vardır: Kim olduğumuzu ve neden yaşadığımızı bilmek.
Dünya nasıl yaratıldı? Ölümden sonra bir hayat var mı? Böyle soruları cevaplayabilir miyiz acaba? Ve her şeyden önemlisi, nasıl yaşamalıyız?
Sihirbazın boş bir silindir şapkadan tavşan çıkarması nasıl anlaşılamaz bir şeyse, birçok insan için de dünya böyledir.
... iyi bir filozof olmak için gereksindiğimiz tek şey hayret etme yeteneğimizdir...
Bütün küçük çocukların bu yeteneği vardır. Küçük bir çocuk konuşabilseydi ne ilginç bir dünyaya geldiğini anlatacaktı. Çocuk ne zaman bir köpek görse durup “hav hav” der. Bebek arabasında nasıl zıpladığını ve kollarını nasıl salladığını görürüz: “Hav hav! Hav hav!” Arkasında seneleri tüketmiş olan bizler çocuğun bu heyecanını biraz abartılı buluruz...
Çocuk bir köpeğin yanından geçerken artık heyecan göstermediği güne kadar, bu senaryo belki de yüzlerce kez tekrarlanır. Büyüdükçe bu yetenek azalmaya başlar, dünya onun için alışkanlık haline gelir...
Bir sabah anne, baba ve iki üç yaşlarındaki Thomas kahvaltı ediyorlar. Anne kalkıp mutfak tezgahına doğru dönüyor ve sonra, baba birdenbire tavana doğru yükseliyor.
Sence Thomas bu duruma ne diyecektir? Belki de parmağıyla babasını gösterip “baba uçuyor” der. Thomas tabi ki şaşıracaktır ama o hep şaşırmaktadır zaten. Kahvaltı masasının üzerinde uçmak onun gözünde pek önemli bir şey değildir. Babası her gün küçük bir makine ile tıraş olmakta, bazen dama tırmanıp televizyon antenini oraya buraya döndürmekte veya başını arabanın motoruna sokup simsiyah dışarı çıkmaktadır...
Şimdi sıra anneye geldi. Thomas’ın ne dediğini duydu ve arkasına döndü. Ne dersin, masanın üzerinde uçan babayı görünce nasıl bir tepki gösterir acaba?
- Masada nasıl oturulacağını öğrenemedi gitti şu adam!
Thomas ve annesi neden bu kadar farklı tepkiler gösteriyorlar?..
Bu bir alışkanlık sorunu. Anne insanların uçamayacağını çoktan öğrenmiştir. Ama Thomas bu dünyada neyin mümkün olup neyin olamayacağından henüz emin değildir.
Peki ya bu dünyanın kendisi Sofi? Sence dünya çok olağan bir şey mi? Birçok yetişkin dünyayı olağan bir şey sayar. İşte bu noktada filozoflar önemli bir farklılık gösterir. Bir filozof hiçbir zaman bu dünyaya tam olarak alışamaz. Filozoflar için dünya hala kavranamaz bir şey, sırlarla dolu bir bulmacadır. Filozoflarla küçük çocukların önemli bir ortak yanları vardır. Diyebiliriz ki bir filozof bütün bir ömrü boyunca küçük bir çocuk gibi duyarlı kalabilir.
Bir benzetmeyle özetlersek, beyaz bir tavşan (dünya) boş bir silindir şapkadan çıkarılır. Bu tavşan çok büyük olduğundan bu numara milyarlarca yıl sürer. İnce tüylerin en tepesinde çocuklar dünyaya gelir. İşte bu yüzden çocuklar bu inanılmaz sihirbazlık numarasına hayret ederler. Ama yaşlandıkça tavşanın tüylerinin diplerine doğru yerleşir orada kalırlar. Bu tüylerin dibi çok rahattır, işte o yüzden kürkün ince tüylerinden yukarı doğru tırmanmayı hiçbir zaman göze alamazlar. Sadece filozoflar dilin ve varoluşun en dış sınırlarına doğru tehlikeli bir yolculuk yapmayı göze alabilir. Bunlardan bazıları yolda kaybolur ama diğerleri tavşanın tüylerine sıkıca tutunarak yukarılara tırmanır ve yumuşak kürkün diplerinde yiyip içip, yaşayan insanlara seslenir: “Bayanlar baylar. Büyük bir boşlukta dönüp duruyoruz...”
Ama kürkün dibinde yaşayanlardan hiçbiri filozofun bu çığlıklarına aldırmaz.“Üff, ne diye gürültü edip duruyorlar sanki!” derler. Sonra da konuşmalarına devam ederler:
“Tereyağını uzatır mısın lütfen? Hisse senetleri bugün ne kadar yükselmiş? Domatesin kilosu ne kadar? Lady Di’nin bir çocuğu daha olacakmış duydunuz mu?”
“Sofi’nin Dünyası”nı okuyunca fark ettiği gerçek yüreğine su serpmişti: “Büyük bir boşlukta dönüp duruyor”du herkes. “Bu durumda benim de kendimi büyük bir boşlukta hissetmemden daha doğal ne olabilir ki?” dedi kendi kendine.
Aslında büyük bir boşlukta dönüp durmakta olduğunun daha önceleri de farkındaydı ama bu farkında oluş hayatına bir anlam kazandırmıyor aksine hayatı onun için daha da anlamsız kılıyordu...
Yorumlar
Yorum Gönder