Ormanın ortasında, bir yamacın kenarındayız. Aşağıya
doğru hafif meyille uzaklara uzayan ve görünmeyen bir noktadan tekrar yükselen
muhteşem bir doğa manzaramız var. Gecenin karanlığında manzara pek seçilmiyor
gerçi ama uzaktan başka köylerin ışıkları görülebiliyor.
Ve yıldızlar! Milyonlarca insanın asla görme şansını
bulamayacağı kadar çok sayıda ve parlaklıkta. Gökyüzü o kadar berrak, etraf o
kadar karanlık ki sık sık yıldız kaymasına şahit olmak mümkün. Yıldız
kaymasında tutulan dilekler gerçekleşseydi benim gerçekleşmeyen dileğim
kalmazdı herhalde...
Dışarıda yaktığımız ateşin başında, okulda yaptığı
haytalıkları anlattı kardeşim, bütün gece... Ben bu satırları yazarken o, iki
taşın üzerine oturttuğu çaydanlığın altını közlüyor, odun ateşinde çay demleyecek,
çaydanlığın sonu da mısırlar gibi olmaz umarım…
Okulda resmi olarak nam salmış bizimkisi. Öğrencisi,
öğretmeni, idarecisi kime sorsan tanır beni diyor. Bir gün müdür yardımcısı
çağırtmış bizimkini odasına. Masum masum dikilmiş hocasının karşısına. Hocası
disiplin dosyasını önüne koyup bağırmış: “Nedir lan benim senden çektiğim...
Bak şu dosyaya. Marifetlerini yazacak yer kalmadı. Bana şurada bir cümle
yazacak boşluk göster, senin bütün disiplin suçlarını sileceğim.”
Bizimki kafasını uzatıp şöyle bir bakmış ve: “Hocam
biraz küçük yazarsanız şu köşeye...”
- Defoool...
Bütün haşarılığına rağmen hocalarına kendini sevdirmiş
olmalı. Mezun olurken disiplin dosyası tertemizmiş…
Nasıl Reşat Nuri Güntekin’in roman kahramanı Nazım:
“sicilimdeki vakalar divan-ı harp huzurunda -hep bir arada- okunurken, yaptığım
münasebetsizliklere kendim de şaştım.” diyorsa; bizimki de seneler sonra kendi
yaptıklarına kendisi hayret ederek “biz bunları nasıl yapmışız” diyecekti…
İstanbul’da sıcaktan uyuyamıyorduk. Oysa burada
geceleri ısınmak için ateş yakıyoruz. Çatırdayarak yanan ağaçların sıcaklığına
ve gökyüzünde parıldayan yıldızlara birde radyoda çalan şarkılar eklenince... Ben bu satırları yazarken Aşkın Nur Yengi söylüyor:
“Takvimlerden haberin yok mu, geçiyor yıllar.
Bana küsmüş, yüzüme gülmez, zalim aynalar.
Kimimiz yorgun, kimimiz solgun, kimi isyankar...
Hani nerede beklenenler, medet umduğum senelerce?”
***
Okurken
sayfanın başında yer alan tarih takılmıştı birdenbire gözüme: 17 Ağustos1999.
Hayret nasıl daha önce fark etmemiştim. Marmara depreminden yalnızca birkaç
dakika önce yazmıştım biraz önce okuduğum satırları. Normalde sabah
kahvaltısında ne yediğimi bile hatırlamam ama tuhaf bir şekilde neredeyse üç
sene önce yaşadıklarımı en ince ayrıntısına kadar hatırlayabildiğimi fark
ettim. O gece saat üç gibi yatmış ve tam gözlerimi kapatmıştım ki...
Kalkıp
camdan bakmış ve elektriklerin kesildiğini fark etmiştim. Uzaklardaki köylerin
ışıkları bile görünmüyordu. Hayvanların garip bağrışmalarının sokak ışıklarının
sönmüş olmasından kaynaklandığını düşünüp tekrar yatmıştım. Oysa o anda...
Kırk
beş saniyede ne çok şey değişmişti. Yaşayana kadar kimsenin aklına böyle bir
felaketin gerçek olabileceği gelmemişti.
Sabah
saat on gibi uyanmış ve garip bir duyguyla ilk iş olarak radyoyu açmıştım.
Belki de akşamki şarkıların devam ediyor olmasını umuyordum. Oysa radyoda
yorgun bir ses bazı yerel bölgelerin isimlerini söylüyor ve karşılığında bazı
rakamlar veriyordu. Bu rakamların ne anlama geldiğini dakikalar sonra
anlamıştım... Bu kadar büyük bir bölgeyi etkileyen depremin ne büyük bir
felaket olabileceğini düşünemiyordum bile. En yakın arkadaşlarım, akrabalarımın
birçoğu deprem bölgesinde yaşıyordu. Hemen telefona sarılmış ama kimseye
ulaşamamıştım...
Depremden
sonraki hafta sanki hissizleşmiştim. Depremi düşünmek istemiyor, sanki hiçbir
şey olmamışcasına günlerimi geçirmeye devam ediyordum... Hani Aliya (İzzet Begoviç)
“hüzünle kayıtsızlık arasında hüznü seçtim” diyor ya, yeterince güçlü olmadığım
için mi yoksa hüznüm katlanabileceğimden fazla olduğu için miydi bilmiyorum,
ben hüzünle kayıtsızlık arasında kayıtsız kalmayı seçmiştim...
O
zamanlar kendimi çaresiz hissettiğim için, depremi hiç olmamış gibi kabul
etmek, unutmak kolayıma gelmişti. Yaşanan felaketi ne kadar az düşünür ne kadar
az kaale alırsam o kadar az rahatsız olacaktım ama öte yandan bu kadar duyarsız
kalmış olmam şimdi beni daha çok rahatsız ediyordu. Keşke depremi duyduğum gün
bir şeyler yapmış olsaydım. Devlet bile aciz kalmıştı, benim de yapabileceği
çok fazla şey yoktu belki ama yine de yardıma koşup elimden geleni yapmış olsam
şimdi kendimi daha iyi hissedecektim.
Yüzlerce
kişi zamanında yardım gelmediği için ölmüş, doğru düzgün kurtarma faaliyetine
depremden günler sonra başlanabilmişti...
Binlerce
ölü ve yaralı, kimisi annesini, kimisi çocuğunu, sevdiklerini kaybetmiş acılar
içindeki insanlar... Hırsızlık ve soygun olayları böyle bir dehşetin ortasında
bile almış başını yürümüştü. Bu insanlar gözleriyle şahit oldukları böylesine
bir dehşete nasıl duyarsız kalabiliyorlar anlamak mümkün değil...
Aylarca
bu facianın sorumluları tartışılmıştı basında ama bir tek sorumlu ortaya
çıkarılamamıştı. Televizyonların, gazetelerin ortaya çıkaramadığı sorumluları
ya da aslında sorumsuzları bir inşaat ustası çok güzel tespit etmişti. Bu işte
tabandan tavana herkes sorumluydu aslında. Belediyede görevli inşaat
mühendislerinin inşaat ruhsatı onayını inşaatı yerinde görüp kurallara uygun
olup olmadığını denetledikten sonra yapmaları gerekiyordu ama bizim ülkemizde
bu onayı makul bir ücret karşılığı oturduğu koltuktan yapıyordu bizim
mühendislerimiz. Zaten inşaat tekniğine uygun bina yapılıyor muydu ki,
mühendisler gidip yerinde görsün... Binanın yükünü kaldıracak olan demirler ve
kolonlar standartların çok altında bir kalınlıkta ve olması gerekenden çok daha
az sıklıkta. Demirciler işi çabuk bitirmek için az demir kullanıp yetersiz
kolon bağlantısı yapıyor... Az demir kullanılması da müteahhitlerin işine
geliyor, hem malzemeden hem işçilikten tasarruf ediyorlar. Çimentoyu, kumu,
suyu karıştırırken göz kararı iş yapar bizim ustalarımız. Bu arada en ucuz kum
en ideal kumdur mütahit açısından. Peki ya başımı sokacak bir evim olsun da
anlayışıyla ucuz ama her an çökmeye hazır evlere para verenler ve son olarak
bütün bu sorumsuzluğa göz yuman sorumsuzlar.
Sorumlular
gerçekten ortaya konmak istense insan hayatını hiçe sayan uygulamalarından
dolayı çok kişi... Ama değneğin kirli ucunun en nihayetinde kendilerine
dokunduğunu çok iyi bilen idareciler olayı örtbas etmeyi tercih etmişti.
Sonuçta bu facianın en temel sebebi kötü yönetimdi ve sorumluları da haliyle
yöneticilerdi. Yönetici görevini doğru yapmayıp rüşvete göz yumunca çürümüşlük
aşağıya doğru felakete dönüşüyordu...
Deprem
esnasında yaşanan ve kulaktan kulağa yayılan komik olaylar geldi aklıma birden.
Böyle bir faciadan bile gülünecek bir şeyler çıkabiliyor, şu hayat ne kadar
garip!
Altlı
üstlü oturan baba oğul deprem esnasında merdivenlere fırlıyor. Oğul bağırıyor
aşağıdan:
-
Babaaaa! Burda deprem oluyor!?
Baba
ne desin:
-
Burda da oluyor oğlum, burda da oluyor!
Başka
bir mahallede depremle birlikte bütün site sokağa dökülüyor. Ağır uykulu bir
vatandaş, nasıl bir uykuysa, deprem esnasında uyanmıyor da aşağıdan gelen
gürültüye uyanıyor. Curcunayı görünce kızıp, bağırıyor: “Alooo! Saatin kaç
olduğundan haberiniz var mı? Bu saatte düğün mü olur be! Zıbarın yatın...”
Ne
büyük bir facia yaşandığını insanlar saatler sonra öğreniyor. Öğrenene kadar
bir çoğu işin dalgasında. “Ooo Rıfkı, kıyafetin çok hoşmuş. Yeni moda mı bu?”
Ve
Düzce depremi. Daha ilk depremin acıları sarılamamışken ilkini aratmayan bir
felaket daha. Bu depreme çok uzak olmama rağmen kendimi ilkinden daha yakın
hissetmiştim. En yakın arkadaşlarımın aileleri ölümden dönmüş, bütün taşınmaz
malları kullanılmaz hale gelmiş ve bütün gelir kaynakları yok olmuştu. En zor
geçen zamanlarsa depremin ilk saatleriydi. Bütün çabalarına rağmen arkadaşlarım
ailelerinden uzun süre haber alamamışlardı. Televizyonlar yıkık evleri
gösterdikçe...
Gelişmiş
ülkelerde daha şiddetlileri gerçekleşiyorken böyle bir faciaya yol açmıyordu
depremler ama nasıl oluyorda bizim ülkemizde bunlar yaşanıyor!?.. Evet ölüm
kaçınılmazdı belki ama böylesine çaresizce olmamalıydı.
Neden
bu kadar kaderci davranıyoruz... https://abdullahakbay.blogspot.com/2019/01/kader.html?m=1
Yorumlar
Yorum Gönder