Ana içeriğe atla

17 Ağustos 1999


 Sinop/Ayancık 17 Ağustos 1999
Ormanın ortasında, bir yamacın kenarındayız. Aşağıya doğru hafif meyille uzaklara uzayan ve görünmeyen bir noktadan tekrar yükselen muhteşem bir doğa manzaramız var. Gecenin karanlığında manzara pek seçilmiyor gerçi ama uzaktan başka köylerin ışıkları görülebiliyor.

Ve yıldızlar! Milyonlarca insanın asla görme şansını bulamayacağı kadar çok sayıda ve parlaklıkta. Gökyüzü o kadar berrak, etraf o kadar karanlık ki sık sık yıldız kaymasına şahit olmak mümkün. Yıldız kaymasında tutulan dilekler gerçekleşseydi benim gerçekleşmeyen dileğim kalmazdı herhalde...

Dışarıda yaktığımız ateşin başında, okulda yaptığı haytalıkları anlattı kardeşim, bütün gece... Ben bu satırları yazarken o, iki taşın üzerine oturttuğu çaydanlığın altını közlüyor, odun ateşinde çay demleyecek, çaydanlığın sonu da mısırlar gibi olmaz umarım…

Okulda resmi olarak nam salmış bizimkisi. Öğrencisi, öğretmeni, idarecisi kime sorsan tanır beni diyor. Bir gün müdür yardımcısı çağırtmış bizimkini odasına. Masum masum dikilmiş hocasının karşısına. Hocası disiplin dosyasını önüne koyup bağırmış: “Nedir lan benim senden çektiğim... Bak şu dosyaya. Marifetlerini yazacak yer kalmadı. Bana şurada bir cümle yazacak boşluk göster, senin bütün disiplin suçlarını sileceğim.”

Bizimki kafasını uzatıp şöyle bir bakmış ve: “Hocam biraz küçük yazarsanız şu köşeye...”
- Defoool...

Bütün haşarılığına rağmen hocalarına kendini sevdirmiş olmalı. Mezun olurken disiplin dosyası tertemizmiş…

Nasıl Reşat Nuri Güntekin’in roman kahramanı Nazım: “sicilimdeki vakalar divan-ı harp huzurunda -hep bir arada- okunurken, yaptığım münasebetsizliklere kendim de şaştım.” diyorsa; bizimki de seneler sonra kendi yaptıklarına kendisi hayret ederek “biz bunları nasıl yapmışız” diyecekti…

İstanbul’da sıcaktan uyuyamıyorduk. Oysa burada geceleri ısınmak için ateş yakıyoruz. Çatırdayarak yanan ağaçların sıcaklığına ve gökyüzünde parıldayan yıldızlara birde radyoda çalan şarkılar eklenince... Ben bu satırları yazarken Aşkın Nur Yengi söylüyor:

“Takvimlerden haberin yok mu, geçiyor yıllar.
Bana küsmüş, yüzüme gülmez, zalim aynalar.
Kimimiz yorgun, kimimiz solgun, kimi isyankar...
Hani nerede beklenenler, medet umduğum senelerce?”

***

Okurken sayfanın başında yer alan tarih takılmıştı birdenbire gözüme: 17 Ağustos1999. Hayret nasıl daha önce fark etmemiştim. Marmara depreminden yalnızca birkaç dakika önce yazmıştım biraz önce okuduğum satırları. Normalde sabah kahvaltısında ne yediğimi bile hatırlamam ama tuhaf bir şekilde neredeyse üç sene önce yaşadıklarımı en ince ayrıntısına kadar hatırlayabildiğimi fark ettim. O gece saat üç gibi yatmış ve tam gözlerimi kapatmıştım ki...

Kalkıp camdan bakmış ve elektriklerin kesildiğini fark etmiştim. Uzaklardaki köylerin ışıkları bile görünmüyordu. Hayvanların garip bağrışmalarının sokak ışıklarının sönmüş olmasından kaynaklandığını düşünüp tekrar yatmıştım. Oysa o anda...

Kırk beş saniyede ne çok şey değişmişti. Yaşayana kadar kimsenin aklına böyle bir felaketin gerçek olabileceği gelmemişti.

Sabah saat on gibi uyanmış ve garip bir duyguyla ilk iş olarak radyoyu açmıştım. Belki de akşamki şarkıların devam ediyor olmasını umuyordum. Oysa radyoda yorgun bir ses bazı yerel bölgelerin isimlerini söylüyor ve karşılığında bazı rakamlar veriyordu. Bu rakamların ne anlama geldiğini dakikalar sonra anlamıştım... Bu kadar büyük bir bölgeyi etkileyen depremin ne büyük bir felaket olabileceğini düşünemiyordum bile. En yakın arkadaşlarım, akrabalarımın birçoğu deprem bölgesinde yaşıyordu. Hemen telefona sarılmış ama kimseye ulaşamamıştım...

Depremden sonraki hafta sanki hissizleşmiştim. Depremi düşünmek istemiyor, sanki hiçbir şey olmamışcasına günlerimi geçirmeye devam ediyordum... Hani Aliya (İzzet Begoviç) “hüzünle kayıtsızlık arasında hüznü seçtim” diyor ya, yeterince güçlü olmadığım için mi yoksa hüznüm katlanabileceğimden fazla olduğu için miydi bilmiyorum, ben hüzünle kayıtsızlık arasında kayıtsız kalmayı seçmiştim...

O zamanlar kendimi çaresiz hissettiğim için, depremi hiç olmamış gibi kabul etmek, unutmak kolayıma gelmişti. Yaşanan felaketi ne kadar az düşünür ne kadar az kaale alırsam o kadar az rahatsız olacaktım ama öte yandan bu kadar duyarsız kalmış olmam şimdi beni daha çok rahatsız ediyordu. Keşke depremi duyduğum gün bir şeyler yapmış olsaydım. Devlet bile aciz kalmıştı, benim de yapabileceği çok fazla şey yoktu belki ama yine de yardıma koşup elimden geleni yapmış olsam şimdi kendimi daha iyi hissedecektim.

Yüzlerce kişi zamanında yardım gelmediği için ölmüş, doğru düzgün kurtarma faaliyetine depremden günler sonra başlanabilmişti...

Binlerce ölü ve yaralı, kimisi annesini, kimisi çocuğunu, sevdiklerini kaybetmiş acılar içindeki insanlar... Hırsızlık ve soygun olayları böyle bir dehşetin ortasında bile almış başını yürümüştü. Bu insanlar gözleriyle şahit oldukları böylesine bir dehşete nasıl duyarsız kalabiliyorlar anlamak mümkün değil...

Aylarca bu facianın sorumluları tartışılmıştı basında ama bir tek sorumlu ortaya çıkarılamamıştı. Televizyonların, gazetelerin ortaya çıkaramadığı sorumluları ya da aslında sorumsuzları bir inşaat ustası çok güzel tespit etmişti. Bu işte tabandan tavana herkes sorumluydu aslında. Belediyede görevli inşaat mühendislerinin inşaat ruhsatı onayını inşaatı yerinde görüp kurallara uygun olup olmadığını denetledikten sonra yapmaları gerekiyordu ama bizim ülkemizde bu onayı makul bir ücret karşılığı oturduğu koltuktan yapıyordu bizim mühendislerimiz. Zaten inşaat tekniğine uygun bina yapılıyor muydu ki, mühendisler gidip yerinde görsün... Binanın yükünü kaldıracak olan demirler ve kolonlar standartların çok altında bir kalınlıkta ve olması gerekenden çok daha az sıklıkta. Demirciler işi çabuk bitirmek için az demir kullanıp yetersiz kolon bağlantısı yapıyor... Az demir kullanılması da müteahhitlerin işine geliyor, hem malzemeden hem işçilikten tasarruf ediyorlar. Çimentoyu, kumu, suyu karıştırırken göz kararı iş yapar bizim ustalarımız. Bu arada en ucuz kum en ideal kumdur mütahit açısından. Peki ya başımı sokacak bir evim olsun da anlayışıyla ucuz ama her an çökmeye hazır evlere para verenler ve son olarak bütün bu sorumsuzluğa göz yuman sorumsuzlar.

Sorumlular gerçekten ortaya konmak istense insan hayatını hiçe sayan uygulamalarından dolayı çok kişi... Ama değneğin kirli ucunun en nihayetinde kendilerine dokunduğunu çok iyi bilen idareciler olayı örtbas etmeyi tercih etmişti. Sonuçta bu facianın en temel sebebi kötü yönetimdi ve sorumluları da haliyle yöneticilerdi. Yönetici görevini doğru yapmayıp rüşvete göz yumunca çürümüşlük aşağıya doğru felakete dönüşüyordu...

Deprem esnasında yaşanan ve kulaktan kulağa yayılan komik olaylar geldi aklıma birden. Böyle bir faciadan bile gülünecek bir şeyler çıkabiliyor, şu hayat ne kadar garip!

Altlı üstlü oturan baba oğul deprem esnasında merdivenlere fırlıyor. Oğul bağırıyor aşağıdan:
- Babaaaa! Burda deprem oluyor!?
Baba ne desin:
- Burda da oluyor oğlum, burda da oluyor!

Başka bir mahallede depremle birlikte bütün site sokağa dökülüyor. Ağır uykulu bir vatandaş, nasıl bir uykuysa, deprem esnasında uyanmıyor da aşağıdan gelen gürültüye uyanıyor. Curcunayı görünce kızıp, bağırıyor: “Alooo! Saatin kaç olduğundan haberiniz var mı? Bu saatte düğün mü olur be! Zıbarın yatın...”

Ne büyük bir facia yaşandığını insanlar saatler sonra öğreniyor. Öğrenene kadar bir çoğu işin dalgasında. “Ooo Rıfkı, kıyafetin çok hoşmuş. Yeni moda mı bu?”

Ve Düzce depremi. Daha ilk depremin acıları sarılamamışken ilkini aratmayan bir felaket daha. Bu depreme çok uzak olmama rağmen kendimi ilkinden daha yakın hissetmiştim. En yakın arkadaşlarımın aileleri ölümden dönmüş, bütün taşınmaz malları kullanılmaz hale gelmiş ve bütün gelir kaynakları yok olmuştu. En zor geçen zamanlarsa depremin ilk saatleriydi. Bütün çabalarına rağmen arkadaşlarım ailelerinden uzun süre haber alamamışlardı. Televizyonlar yıkık evleri gösterdikçe...

Gelişmiş ülkelerde daha şiddetlileri gerçekleşiyorken böyle bir faciaya yol açmıyordu depremler ama nasıl oluyorda bizim ülkemizde bunlar yaşanıyor!?.. Evet ölüm kaçınılmazdı belki ama böylesine çaresizce olmamalıydı.

Neden bu kadar kaderci davranıyoruz... https://abdullahakbay.blogspot.com/2019/01/kader.html?m=1

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar